Türkiye, son 10 yılda demokratikleşme yolunda önemli mesafeler katetti.

Evrensel standartlara ulaşamadık belki ama sivil-asker ilişkilerinde ciddi bir normalleşme yaşadık.

Bu gerçeklerden hareketle "Türkiye'de darbeler dönemi bitti" diyebilmek fazlaca iyimser bir tahmin olur.

Menderes döneminin ardından 27 Mayıs, Özal döneminin ardından 28 Şubat darbeleri nasıl gelebildiyse, yapısal değişimler tamamlanmadığı ve hukukun üstünlüğü anlayışı yerleşmediği sürece yenileri de gelebilir.

2007'de başlayan Ergenekon soruşturmasına rağmen, 2009 Mart'ında "İrtica ile Mücadele Eylem Planı" ve "Kafes Eylem Planı" gibi akıl almaz planlar nasıl yapıldıysa, Balyoz ve Ergenekon'a rağmen bugün de benzer cunta çalışmalarının olması fazlasıyla mümkün.

BUGÜN Gazetesi'nin dün manşetten duyurduğu Genelkurmay'ın Ocak 2011 tarihli "Başemir"i bu kaygıların ne kadar haklı olduğunu da gösterdi.

Görev alanı dışında da istihbarat toplamak amacıyla 61 komutanlığa gönderilen emirde, İnsan İstihbaratı Teşkilatı (İNİS) kurmaları isteniyor.

Sonra da bu elemanlara, "baskı ve şantajla" adam kazanmak ve yakalandıklarında kendilerini "maske"leme emri veriliyor.

Bu emrin, görev yetkilerini aşıp Bülent Arınç'ı takip ederken yakalanan askeri istihbaratçılar vakasından 1 yıl sonra verilebilmesi de düşündürücü.

Hatırlarsanız suçüstü yapılan askeri istihbaratçılardan sonra "Kozmik Oda" baskını da gerçekleşmiş ve kamuoyunda uzun süre tartışılmıştı.

Böyle bir olayın ardından, tüm Türkiye'de istihbarat istihsaline yönelik yeni bir yapılanma ne ile izah edilebilir?
Buradan çıkarılabilecek tek ders var: Demokrasi nöbetinde rehavete kapılmayın!

Özal'ın ölümünü "şüpheli" yapan skandallar zinciri

Devlet Denetleme Kurulu'nun Özal'ın ölümüne ilişkin raporu son derece çarpıcı bilgiler içeriyor.

Ölümü tabii yollardan olsa bile, kriz geçirdiği an ile öldüğüne kanaat getirildiği an arasında geçen yaklaşık 4 buçuk saat, ihmaller zincirinin bu ölümü getirdiğine inanmak için fazlasıyla yeterli.

Rapor, olay günü Köşk'te doktor ve sağlık personeli bulunmadığını, donanımlı ambulans olmadığını ortaya koyuyor.

Dolayısıyla Özal'a ilk müdahale Köşk'te yapılamıyor.

Muhafız Alayı'ndaki sağlık ekibi de her nedense yardıma çağrılmıyor.

Onun yerine tek kişilik yatar koltuk şeklindeki sedyeye sahip 23 yıllık ambulansla hastaneye götürülüyor.

Kızılay'a kadar gelindiği halde yolda haber bile verilmeden Hacettepe'ye götürülüyor.

Çocuk Acil'den giriş yapılıyor. Oradan Yetişkin Acil'e taşınıyor.

İlk tıbbi müdahale krizden en az bir buçuk saat sonra.

O da, hazırlıksız acil ekibi tarafından "denetime geldi" sanılan Cumhurbaşkanı'na şaşkın müdahale...

Bu arada hastanede Özal'ın kanı alınıyor. Tahlil yapılıyor.

8 sayfalık tahlil raporu kayboluyor.

"Gizlice saklanan bir tüp kan" da, 3 yıl sonra yetkisi olmayan bir yardımcı doçent tarafından "gizlice" yok ediliyor.

"Semra Hanım istemedi" denilerek Özal'a otopsi de yapılmıyor.

Ölüm nedeni olarak, bulgular uyuşmadığı ve kan değerlerinde anormalliği gösteren veriler olduğu halde "kalp yetmezliği" deniyor.

Böylece varsa "zehirleme" yoluyla bir suikast, tespitinin önü tamamen kapatılıyor.

İlginç olan Semra Özal ve Ahmet Özal da DDK müfettişlerine daha önce dile getirdikleri delilleri vermiyor.

Özal'dan alınan saç örneğinin Semra Özal'a verildiğini şahitler ifade ediyor.

Ama ailenin ne yaptığı meçhul...

Özal'ın "ceride" kayıtları, "hasta öyküsü" ve "tahnit raporu" da eksik doldurulmuş.

Şimdi şüpheleri gidermek için Özal'ın kabrinin definden 19 yıl sonra açılması gerekiyor.

Ölümü suikast değilse bile ihmallerden bir suikast söz konusu... Sizce de öyle değil mi?

(Bugün gazetesinden alınmıştır)