1923 sonbaharında herkes, cumhuriyetin yeni bir anayasa tasarısı içinde gündeme geleceğini ve nasıl bir cumhuriyet olacağına Meclis’te tartışmalarla karar verileceğini düşünüyordu.

İki ana görüş vardı:

Gazi’nin büyük karizmasından güç alan Meclis çoğunluğu, onun deyimiyle “Halkı kendi halinde bırakırsak bir adım ileri gidemeyiz” diye düşünmekte, otoriter, tek partili, devrimci bir cumhuriyet öngörmektedir.
Muhalifler ise Milli Mücadele’deki demokrasi geleneğinin zaferden sonra da devam etmesini sağlayacak tarzda bir cumhuriyet istiyorlar.
Gerçekten, Mustafa Kemal, 19 Mart 1920 tarihli genelgesinde TBMM için yapılacak seçimlerde “her parti, zümre ve cemiyet tarafından aday gösterilmesinin caiz olduğunu” belirtmişti. Meclis’te her fikir dile getirilir, eleştiriler yapılırdı. Milli Mücadele’de birliği sağlayan, bu kapsayıcılık olmuştu.

‘Cumhuriyet düşmanı’

Bu anlamda bir demokrasi talebi böyle güçlü olduğu gibi önemli bir faktör daha vardı: Milli Mücadele sırasında yerel ve genel bazda yeni liderler yetişmişti. Bunlardan bugün bilinenler Rauf Bey, Karabekir, Ali Fuat ve Refet Paşalar gibi şahsiyetlerdir. Yeni rejimde bu kesimlerin yeri ne olacaktı?
Gazi, taktik bir hükümet krizi çıkararak ve Rauf Bey’le Karabekir gibi muhalif isimlerin Ankara’da bulunmadığı bir zamana denk getirerek aniden Cumhuriyet’i ilan etmekle bu kesimleri dışladı.
Onlar buna tepki gösterdiklerinde “Cumhuriyet düşmanı” diye suçlandılar. Programında “liberal” yazan Terakkiperver Fırka’yı (parti) kurdular, sert darbelerle kapatıldı.
Dönemin gerginliğiyle, Nutuk’ta bunlar hakkında öfkeli ifadeler vardır.
O zaman doğrunun bu otoriter siyaset olduğu düşünülmüştü. Fakat sonra İsmet İnönü, Terakkiperver’i kapatmakla hata ettiklerini söyleyecekti.
Evet, muhalif kitleler Terakkiperver vasıtasıyla sisteme entegre edilmiş olurdu, kapatılmasaydı.
Yine İnönü, Abdi İpekçi’ye yaptığı açıklamada, Nutuk’ta Cumhuriyet’in baş düşmanı gibi gösterilen liberal Rauf Bey hakkındaki suçlamaların “sarih delile istinat etmediğini, haksızlık payı bulunduğunu”, siyasi kavgalarda böyle suçlamaların yaşandığını da söyleyecekti.

Dışlayıcı parti modeli


Hiç şüphesiz devrimci Cumhuriyet Türkiye’nin çağdaşlaşmasında bir atılım dönemidir. Bana göre en büyük hizmeti, kadın eşitliğini de getiren hukuk devrimidir.
Ancak, otoriterliğin tabii sonucu olan “dışlayıcı” yönünü de görmeliyiz: ‘Zararlı’ saydığı geniş kesimleri ve onları temsil edebilecek aydınları dışlamış, partileri kapatmıştır. İnönü’nün deyimiyle “sindirmiş”tir.
Bu dışlayıcılığın bir örneği, Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra 1930’larda CHP’nin bölgedeki il örgütlerini kapatmış olmasıdır! Halbuki bugünkü düşüncemize göre, bölgede daha çok parti örgütü açmak, bölge insanının sisteme katılmasını sağlamaya çalışmak gerekirdi...
Dahası, 1923 tarihli CHP tüzüğü demokratik olduğu halde, 1927 tüzüğü ile parti içi katılım bile ortadan kaldırılmıştır.
Tek Parti, otoriter politikasıyla kendi tabanını daraltmış, kendi dinamizmini dondurmuştu.
Bugün CHP’nin geniş kitlelere açılamayışında bu ‘genler’in rolü vardır, demokrasimizin bir ayağı altmış yıldır topaldır.

Uluslaşma ve parti

‘Uluslaşma’ ve ‘kurucu parti’ modellerini inceleyen siyaset bilimciler LaPalombara ve Weiner “dışlayıcı” (exclutionary) partilerin çatışmacı siyasi kültür yarattığını, katılımcı partilerin ise ulusal siyasi entegrasyonu kolaylaştırdığını göstermişlerdir.
Katılımcı Hindistan Kongre Partisi’nden farklı olarak bizde ‘kurucu parti’nin böyle otoriter ve “dışlayıcı” olmasının yarattığı gerilimler o zaman “sindirilmiş”, fakat yıllar sonra patlak vermiştir; nicedir yaşıyoruz bunları.
Elbette Cumhuriyet’e modernleşme atılımları için şükran duyuyoruz. O zamanki şartlarda olabilecek bir demokrasiye ve siyasal katılmaya izin vermemiş olmasının yarattığı sorunları da görmeliyiz, cumhuriyetimizin demokrasi yönünde evrimi için.