İki yıl sonra küçük çocuklarım okullarına başlayacağı Eylül ayında tam 64 aylık olacaklar...

Yani, yeni yasaya göre, ilkokula başlamak için gerekli olan 66 aydan iki ay eksik...

Bu durumda üç yıl anaokulunda okumaları gerekiyor...

Türkiye bunu tartışıyor, fakat ne ben ne de annesi bu durumla ilgilenmiyoruz...

Dört artı dört artı dört elbette tartışılacak Türkiye’de...

Çocukların erken okula gitmeleri ya da liseyi dört yıl okumaları...

***


Fakat nedense çocukların nasıl bir eğitim sistemiyle büyüyecekleri benim daha fazla ilgimi çekiyor...

Çünkü biliyorum ki dört artı dörtte de okusa, beş artı üçte de okusa, okul bittiğinde bunlardan bahsetmeyecek çocuklarım...

Buna karşın, “okuldaki eğitim çok disiplinliyse, sertse ve yükleme yapıyorsa çocuğa” hayatı boyunca okuldaki o gergin günlerini unutamayacak...

Bunlar çocuk üzerinde hayat boyu onanamayacak yaralar açacak...

Derslerden soğuyacak...

Hocalardan soğuyacak...

Otoriteden uzaklaşacak...

Disiplinsizliği kutsayacak...

Serserilikten keyif alacak...

Bohemden beslenecek...

Konsantrasyon eksikliği çekecek...

Çalışma hayatında gerilecek...

Vesaire vesaire...

***


Buna karşın okul çok gevşekse ve “parası olanlar revaçtaysa”...

Çocuklar paranın herşeyi halledebileceği gibi rezil bir inanca sahip olabilecekler...

Gevşekliği ve sorumsuzluğu matih bir şey zannedecekler...

Hiçbir konuya doğru düzgün konsantre olamayacak, hayatı muhtemelen hemen hiç ciddiye almayacaklar...

***


Çocukların hangi okulda kaç sene eğitim aldıkları çok önemli değil...

Eğitimin nasıl olduğu önemli...

Çocuğun gelecekteki hayatını nasıl etkileyeceği önemli...

Hangi üniversiteyi kazanacağı anlamında değil...

Mutlu olup olmayacağı bağlamında...

Poyraz’la Mina’nın nasıl bir eğitim alacaklarını çok düşündüm...

İlkokulda kaç yıl, lisede kaç yıl olacağını ise hiç düşünmedim...

Önemi yok 21 yaşında mı 22 yaşında mı üniversite bitirecekleri...

Bir şey olmuyor 22’de bitirdiğinizde...

Madalya takmıyorlar 21’de bitirirseniz...

İstatiksel veriler hayata mutluluk vermezler...

Hayata mutluluk katan hayatın kendisidir...

Eğitim sisteminin kaç yıl olduğu değil, nasıl olduğu, insanı nasıl yaptığı, mutluluğun ve mutsuzluğun kaynağıdır...

***


Üniversiteden mezun olduğum yaşı hatırlamıyorum bile...

Çoktan gazeteciliğe başlamış, hatta evlenmiştim galiba...

Fakat eğitimle geçen yıllarımdan kalan yadigar sevgiler ve korkular hala içimde bir kor ateş gibidir...

Eğitim sisteminden beklentim, çocuklarımın içinde korkulardan ziyade sevgilerin yeşermesidir...

Gerisi laf-u güzaf...

*****


ROMANTİK BİR İYİMSER Mİ, YOKSA BİR ZIR DELİ MİYİM?..

Kim bilir belki de 12 Eylül 1980 darbesi olmasa ben stajyer olarak başladığım gazetecilikte devam etmeyecek, yurt dışına gidecektim...

Siyasal Basın Yayın’da ikinci sınıfı o yaz bitirmiş, üçüncü sınıfa geçmek için üç dersten birini vermeye çalışıyordum...

O günlerde hayatımın hülyası olan Paris’e, ‘Fransa’ya çalışma kampına gidiyorum’, bahanesiyle gitmiş bir türlü dönmek istememiştim...

Ajansta bedavaya çalışıyordum...

Her an bırakıp yeniden yurt dışına gidebilirdim...

Üniversitede okumak gittikçe imkansızlaşıyordu...

O günlerde 12 Eylül oldu...

***


Öyle bir siyasi iklim oluştu ki, genç de olsa bir gazetecinin, “gazetecilik laboratuvarı” haline gelen Türkiye’yi bırakıp, yabancı kentlerde üniversite okuması düşünülemezdi...

Gazeteciliğin dipsiz kuyularına o zaman girdim...

Bir daha çıkmam mümkün olmadı...

33 yıla yaklaşıyor gazetecilikteki maceram...

Bugün hala gazetecilikte, televizyonculukta yeni projelerim, yeni hedeflerim var...

Önceki gece sevgili dostlarım Semra ve Faruk Bayhan’la geç vakit bir akşam yemeğinde sohbet ediyorduk...

***


Faruk Bayhan eşine;

-”Bunun yine kafasında yeni projeler var... Bir süredir biriktiriyordu, görünen o ki yine patlayacak... Vay bu sektördekilerin haline...” deyiverdi...

Faruk Abi konuşurken ben gülüyordum...

33 yılda ruhumun hala değişmeyen “devrimci ve girişimci ruhundan” garip bir gurur duyuyordum...

Sanıyorum hala yenilmemiş ve yıkılmamış olmaktı o gizli gururun nedeni...

Böylesine gaddar bir Ortadoğu coğrafyasında, 33 yıl süresince hala yenilmediğini hissetmek için “insanın ya deli olması lazım, ya da her durumdan bir fırsat çıkartmaya çalışan romantik iyimser...”

Birincisi miyim ikincisi mi doğrusu kestiremiyorum...

*****


İSTANBUL’U; İSTANBUL YAPANLAR...

Paris’i anlatırken, Paris’i anlatmayız...

Paris’teki bir mekanda yaşadıklarımızı anlatırız...

Çoğumuz Fransızları tanımaz...

Fransızlar diye aklında kalan, Paris’te bir restoranda yemek yerken gördüğü ve Fransız olduğunu düşündüğü insanların tavır ve davranışlarıdır...

Bizler şehirleri, caddelerden, sokaklardan, dükkanlardan, sinemalardan, tiyatrolardan, müzelerden, kitapçılardan en çok da mekanlardan tanırız...

Restoranlardan, barlardan, kafelerden, bistrolardan...

***


Önceki gece Kenan ve Gül Erçetingöz’lerin gelenekselleştirdikleri “Gecce Mekan Oscarları”nın 11’incisinin ödül töreni vardı...

Swiss Otel’in salonlarında pırıl pırıl bir gecede, mekan sahipleri teker teker en başarılı oldukları kategorilerde Oscar’larını alırken, “Bu mekanlar olmasa İstanbul dünyanın ve Avrupa’nın en moda şehirlerinden olabilir miydi?..” diye düşündüm...

Reina’nın Sortie’nin olmadığı, Paper Moon’un faaliyet göstermediği, Cahide’nin ya da Çapa Marka bir işletmenin bulunmadığı, Beyti’nin etini yapmadığı, Sunset’in şarabını sunmadığı, Ulus 29’un muhteşem terasında köftesiyle taş fırındaki pidesini tattırmadığı, Lucca’nın sosyalleştirmediği bir İstanbul, yabancı bir turist için ne anlam ifade ederdi ki?..

İstanbul’u dünya modası haline getiren en önemli unsur mekanlarıdır...

***


İstanbul’un Boğaz’ı eskiden de vardı...

Topkapı’sı...

Dolmabahçe’si...

Sultanahmet’i...

Ayasofya’sı...

Hisar’ı, kalesi,...

Sarayı, Samatya’sı, surları...

Bütün bunların tarihi varlığına rağmen, İstanbul dünya modası değildi...

İstanbul’u dünya modası haline getiren dünya çapındaki mekanları, restoranları, cafeleri, barları, bistroları, lokantalarıdır...

Dünyanın İstanbul’u gezen gören bütün şöhretleri ve devlet adamlarına gidin sorun İstanbul deyince akıllarına ne geliyor diye...

İlk beş sözcük içerisinde “Beyti” kelimesi geçmezse ben hiçbir şey bilmiyorum!..

Gecce Com’un önceki geceki Oscar töreninde ödül verirken şöyle söyledim:

-“İstanbul’u İstanbul yapanlara müteşekkirim...”

(Vatan gazetesinden alınmıştır)