“Dur dur anlatma! Önce çayı koyalım sonra dertleşelim”…


Çay, her daim bize eşlik eder, içimize dokunur. Mevsimsel bir ayrım olmadan kovalarca çay içebiliriz. Bir tiryakilik almış başını gidiyor. Kültürümüzle de demlenince; geceymiş gündüzmüş,  işlermiş, güçlermiş birbirine karışıyor.


Günlük tüketmemiz gereken su miktarından daha fazla çay tüketiyoruz. Bir kişinin ağzından çay kelimesi çıktığı anda, -hele birde ısrar varsa-  fişek gibi gelir o kelime hayat durur orda...


Çayın, sosyal iletişim becerisinin bu kadar yüksek olmasında kendisinin bir suçu yok elbette. Türkiye çay tüketiminde birinci diye bir haber çıktı geçenlerde. Habere göre;


‘İngiliz pazar araştırma firması Euromonitor’a göre Türkiye, kişi başına düşen çay tüketiminde dünyada ilk sırada… Listenin ikinci sırasında İrlanda, üçüncü sırasında ise İngiltere bulunuyor.. Kişi başına düşen yıllık 3 kilo 157 gramlık tüketimle Türkiye listede açık ara ilk sırada...’


Adını, tadını, sanını bu kadar sevdiğimiz çay bu rekorla bizi  büyük  ve mükemmel bir şeyin parçasıymış gibi hissettirdi mi?


Trt kanalında,  zanaat işi yapan meslekler üzerine bir belgesel izledim. Deri çanta yapan küçük bir atölyeyi gösteriyordu; belgesel bu atölyeyle başladı ve bitti. Tesadüftür ki; uydudan başka bir kanalda Japonya’daki aynı konuda bir belgesel vardı.


Türkiye’deki esnafların ve bizim derdimiz ve derdimizin çaresi meğerse “çay”mış onu anladım. Atölye sahibi çıraklığın ve ustalığın tarifini yaparken “Biz de atölyeye en erken gelen çayı koyar. Usta çırak fark etmez, ayrım yok” dedi. Çay içelim konuşuruz diye devam etti. Çocukken işe başladığında ilk öğrendiği işin olarak “çay demlemek” olduğunu; müşterileri çay ikram ettiğini, böylelikle nasıl bir çanta istediklerini öğrendiğini söyledi. Çaylar geldi, gitti. Çanta yapımıyla geçen yıllarını  elinde çay bardağıyla anlattı.


Çay ama hep çay! İnceleme, araştırma ve değerlendirme yerine daha çok lafa dayanan bir iş yapış tarzımız..


Atölyenin ortasında küçük tüp ve çaydanlık deri çantalarla adeta bütünleşmişti. Deri çanta dışında çayın esnafa ve müşteriye ne kadar faydalı bir içecek olduğunu  bu belgesel sayesinde öğrendim. Çayın insan psikolojisini ne kadar etkilediği hakkında bir belgesel izlesem veya Dr. İbrahim Saraçoğlu sabaha kadar çayı anlatsa bu kadar etkili olmazdı.


Çayın efsaneleştiği Asya ülkesinden biri olan Japonya’daki belgeselde ise deri atölyesinin sahibi 80 yaşındaki adam işini ne kadar ciddiyetle, profesyonelliğe yakın incelikte, sanatla  yaptığını, gençlere tecrübelerini nasıl aktardığını anlattı. Tasarımdan üretime tüm aşamaları mesleğinin inceliklerini konuşarak devam etti. Arada hiçbir içecekten bahsedilmedi. Sanırım bu ülkede bir çay saati yoktu.


Bu da  ibret olsun demiyorum. Bir içecek,  kültür farklılığının göstergesi olabilir mi?


Tüm olumsuzluklara rağmen; ticaretin en sağlıklı yanı olan iletişimin çay yoluyla da olsa devam ediyor olması çayın sosyal iletişimle buluşmasını görmek etkiliydi.


Her ne olursa olsun iletişim kültürünün sıkıntılı bir dönemden geçme gibi bir durumu olmadıkça; ‘biz de esnaflık öldü’ diyenlerin yeteri kadar çay içmediğini düşüneceğim.


Hepsini çaya bağlamak abartılı olsa da Lipton çay reklamında Ozan Güven’in söylediği gibi


“Benim anlamadığım, bu çaylar neden hep bizde içiliyor?” diye serzenişte bulunmanın yanıtını bir kez daha vurgulayabiliriz.


Deminiz kıvamında keyfiniz yerinde olsun;


Nice çay keyiflerine…