Ben pencerede oturur yoldan geçenleri seyrederdim o zamanlar. Sokağın rengi yoktu, aynı betonarme soğukluğundaydı seyre daldığım kaldırım taşları ve yollar.

Yapacak daha iyi bir şeyim yoksa oturur, o tuhaf rutini izlerdim boş bakan gözlerle okuldan geldiğim her öğleden sonra. Eskiden her şehirde muhakkak bir tane olan Öğretmen Evleri sitesinde oturuyorduk, belki de şimdi de vardır hala. Üniversiteyi kazandıktan sonra beni yalnız bırakmak istemeyen annemlerle cümbür-cemaat taşınmıştık bu yeni siteye ve şehre. Kuş cıvıltılarıyla uyanmaya alıştığım bol ağaçlı eski evimizden sonra, yadırgıyordum penceremden baktığım o betonarme griliği. İşte tam o sıradanlığın ortasında kesişti gözlerim Umut’la. Adını çok sonra öğrendim, renksiz öğleden sonralarıma hayat oldu, umut verdi.

İlk başta benim gibi, avare gözlerle o anlamsız sokağı izleyen başka bir zavallı sanmıştım onu. Birdi, ikiydi, üçtü derken baktım her öğleden sonra, aynı saatlerde o da camda! Beni arıyordu gözleri! Sevimsiz manzarama eğlence oluvermişti birden, sokağa bakarken daha heyecanlıydı artık yüreğim.

Çocukça bir oyun gibiydi başta her şey. Bakışlarımı kaçırmayıp ilk ben gülümsedim ona, utandı, ne yapacağını şaşırdı. Sanki “Ben çok da iyi göremiyorum aslında.” der gibi hemen gözlüğünü çıkardı. Ne yapacağına karar verememiş olsa gerek pencereden uzaklaştı. Güldüm arkasından o giderken. Tam zamanlı camdan cama oyunumuz işte o gün başladı.

Yazın ilk çıkacak karpuzu beklemek, dondurucu soğukta sıcacık yatağına gireceğin anı hayal etmek, yeni boyattığın saçlarının nasıl bir şey olacağını heyecanla beklemek gibiydi onu pencerede göreceğim anı beklemek. Sözleşmemiş olsak da öğleden sonra tam üçte pencerede oluyorduk ikimizde. Sadece sokağa bakan iki avareyi oynamaya devam ettik başlarda. Ben kaçamak gülümsedim, o kızardı. Yine gözlüğünü çıkarıp, bakışını kaçırdı. İlk haftanın sonunda oyunumuza renk katmaya karar verdim, görebileceği büyüklükte olduğunu düşündüğüm harflerle “EDA” yazdım bir kağıda.

Gözlüklerini düzelterek okudu gösterdiğim yazıyı, gülümseyerek memnun oldum der gibi başını öne doğru eğdi. El hareketleriyle hemen döneceğini anlatarak pencereden uzaklaştı, üstünde kocaman ve büyük harflerle “UMUT” yazan kendi adını gösterdi. Mutlulukla gülümsedim, kırmızıya boyadığım bir kalple “Memnun oldum.” dedim. Bilmukabele dedi, çizdiği mavi bir kalple. Uzun boylu, esmer, kısa siyah saçlı ve oldukça yakışıklıydı uzaktan gördüğüm kadarıyla.

Ertesi günü pencere camını açıp bana en sevdiği şarkıyı dinletti, George Michael’dan “Careless Whisper”. Ben de ona Sting’den “İf I ever lose my faith in you” yu dinlettim. İki elini göğsünün ortasında bileştirip teşekkür etti.

Ben de sağ elimi kalbimin üstüne koyarak “Rica ederim.” Dedim. Konuşmadan da ne güzel anlaşabiliyormuş insanlar böyle meğer, tek bir söz sarf etmeden dakikalarca sohbet ediyorduk camdan cama Umut’la. En sevdiğimiz bütün albümleri dinledik böylece günbegün. Sonra en beğendiğimiz filmlere gelmişti sıra ne yazık uymadı film zevkimiz, “Olsun” dedi. “Senin sevdiğin her şeyi ben de severim.” Kısmet olursa bir gün sinemaya bile gidecektik. Nereden geldiğimi sordu başka bir gün, yabancı olduğumu öğrenince bana şehri gezmeyi teklif etti, iki elimin parmaklarını kenetleyip çenemde birleştirerek “Çok isterim, gezelim!” dedim.

Bir başka gün ne kadar güzel resim çizdiğini öğrendim, yaptığı resimleri gösterdi bir bir bana, en sona saklamıştı beni çizdiği resmi, hayretler içinde kaldım, bayıldım.

Doğum günümü sordu sonra, Ekim’in 22’si dedim. O zaman hediye edeceğini söyledi beni çizdiği resmi. İki elimi kalbimin üstüne koyarak defalarca teşekkür ettim.

Bir hafta sonu sürpriz yapıp iki saatlik uzaklıktaki bir sayfiye tatil beldesine götürdü babam bizi. Cumartesi sabahı erkenden çıkacaktık yola, akşam anlaşmak zorlaşınca karanlıkta anlatamamıştım derdimi Umut’a. Sabah çıkarken cama bantlayıp gittim “ KUŞADASI TATİLİ”

Pazar akşamı döndüğümüzde boynu bükük, suratı düşmüş beklerken buldum onu camda. Kocaman harflerle, yine kocaman sarı karton kağıda yazdığı cümleyi karanlık olsa bile okuyabiliyordum. “I MİSS YOU!” Sol elimi kalbimin üstüne koyup, sağ işaret parmağımla onu gösterip “Ben de seni!” dedim. Bundan tam üç gün sonra yine kocaman bir karton kağıda

“I HAVE A CONFESS!” yazdı, “Bir itirafım var!” Ne kadar yalvarsam da hemen söylemedi.

Tam bir hafta sonra geldi o itiraf. Bu defa kocaman kalp şeklinde bir balon uçuyordu penceresinde, “I LOVE YOU!” Yazıyordu balonun üzerinde. Herhalde bu hayatımda yaşadığım en romantik ilan-ı aşktı, duyduğum en güzel itiraf! Oracıkta düşüp bayılabilirim mutluluktan!

Aptal sitemizin nasıl bir düşüncesizlikse ortak bir parkı bile yoktu, o kadar zavallı, o kadar ucube. Evden çıkınca araba kalabalığından başka bir topluluk karşılaşamazdı seni bahçe denilen yerde. Haliyle kimsecikler olmazdı sitenin ortak yerlerinde, o yüzden sebep pencere dışında karşılaşmamıştık hiç Umut’la. Bir üst sokağımızda mühendislik fakültesi vardı, kesin orda okuyor olmalıydı. Güzel çizimlerinden dolayı olsa gerek mimarlığı yakıştırıyordum ona.

Vize zamanıydı, ders çalışmak için sınavdan çıkar çıkmaz eve dönüyordum. Saat üç olmamıştı daha, pencereye çıkıp Umut’un sokakta gözükmesini bekledim. Öğleden sonra iki civarıydı, sırtında okul çantası, üstünde okul forması Umut gözüktü sitenin girişinde. Karıştırdım herhalde diye düşündüm, gözlükleri var mıydı? Yaklaştıkça daha iyi seçebildim onu, kafasını kaldırıp pencereme baktı, gözlüklerinin altından kocaman gülümsedi. Büyük bir hayal kırıklığı ve zoraki takındığım bir gülümsemeyle bakakaldım. Kısacık tıraş edilmiş saçları, beyaz gömleği ve lacivert ceketiyle benim platonik aşkım henüz bir liseliydi!

Yaşadığım şoku tarif etmem imkansızdı o an. Biliyorum saçma, uçurum yoktu aramızda ama o zamanlar aynı yaşta bile olsan bir alt sınıftaki çocukla bile yan yana gözükmek istemeyeceğiniz yaşlardı. Satın aldığım pantolonun cebinde para bulmuş gibi sevinmiştim seni seviyorum dediği gün oysa ben. Of ne yapacaktım peki şimdi? Nasıl liseli olursan sen söyle! Bir liseli formasıyla nasıl yıkarsın hayallerimi böyle!

O gün hiç çıkmadım pencereye, perdenin arkasından çaktırmadan yokladım onu arada, hiç ayrılmadı zavallı çocuk bütün gün camdan! Kâh üzüldü, kâh kederlendi, çocuklar gibi ofladı durdu. Oh olsun! Hiç de kusura bakma, bacak kadar boyunla, üniversiteliyim diye kandırmayacaktın öyle beni!

Güya kızdım, tavır yaptım, çıkmadım bir daha cama ama o rutin en güzel detayı oluvermişti hayatımın, özlüyordum ne yazık ki onu. “Aman!” Dedim. “Bir şey olacak değil ya konuşuyoruz işte camdan cama!” Hoşuma gidiyordu ilgisi, illaki her gün göreceğiz o camda birbirimizi.

Sitem ederek çıktım yeniden cama, heyecanla parladı gözleri beni görünce yeniden. Üzgün bir yüz takınarak “WHY?” yazan kağıdı gösterdi. “ HİGH SCHOOL” yazdım onu işaret ederek sitemle gösterdim. Sonra da “UNİVERSİTY” yazıp kendimi gösterdim. İki elini yana kaldırıp “Ne yapabilirim ki?” dedi. Parmağıyla işaret ederek bir senesinin kaldığını söyledi.

Eh züğürt tesellisi en azından lise birde falan değildi.

Neden İngilizce yazışıyorduk bilmiyorum, kelimeler daha kısa olduğu için belki de ya da İngilizce lisanıyla anlaşmak daha mı kolay geldi ne!

Tam üç ay geçmişti aradan, buluşalım artık diyordu Umut. Hala liseli oluşuna takılıyordum, bir türlü yanaşmıyordum buluşmaya o yüzden, hep bir mazeretle atlatıyordum onu.

Liseli olduğu gerçeğini kanıksayayım önce, iyice bir sindireyim ondan sonra buluşurum diyordum. Arabadan inerken gördüm onu bir gün. Sevindim, ehliyet alacak kadar büyüktü demek ki, tabi ehliyetsiz kullanmadıysa. Yaşını sormaya korkuyordum, on beş falan der diye.

Annesiyle tanıştım uzaktan bir gün, alımlı kadındı ince uzun. Hemen ertesi gün de babasıyla, beraber yürüyorlardı sokakta, ondan almıştı bütün özelliklerini, gözlükleri bile aynıydı. Birkaç defa pencereme bakarken yakaladım onu, şaşırdım “Farkında mıydı acaba her şeyin?” Sonraki günlerde tedirgin çıkar oldum pencereye, gündüz vakitleri sorun yoktu ama akşamları ne zaman cama çıksam babası da bitiveriyordu yan camda. Yasaklı bir şeyler vardı oğluyla aramızda, ya öğrendiyse? Bilmiyorsa bile seziyor olmalıydı bir şeyler.

Merdivenlerden iniyordum birinde, karşıma çıkıverdi aniden, nasıl korktum bir şey der diye! Demedi, ufacık bir gülümsemeyle selam verip geçti.

Final zamanıydı, okuldan çıkmış yürüyerek dönüyordum eve, kestirme bir yol vardı ormandan ağrı çıkan evimize. O yolda almış başımı, derin düşünceler eşliğinde ağır adımlarla ilerliyordum. Tozu dumana katarak kırmızı bir araba geçti yanımdan, hızını kesti yavaşladı, sağa yanaştı. Gözüm ısırıyordu arabayı bir yerden, plakayı görünce hatırladım, Umutların arabasıydı. Ben razı olmayınca buluşmaya emrivaki yapmaya karar vermişti demek.

Kalbim heyecanla çarpmaya başladı, nasıl olacaktı? Nasıl olacaktı? O ilk buluşmamız, yüz yüze konuşmamız nasıl olacaktı? O hiç duymadığım sesi benimle mi konuşacaktı?

Bu düşünceler içinde cebellerinken ben, genç adam durdurup arabayı indi şoför mahallinden.

Heyecanla çarpan kalbim ürperdi birden, Umut değil babasıydı arabadan inen. “Eyvah!” Dedim. “Eyvah, öğrendi demek her şeyi!”

Bu utançla ne cevap vereceğim şimdi ben, keşke yer yarılsa da içine girsem! Kalbim korku içinde çırpınıyordu kafesinde. Fırlayıp çıkacak heyecandan yerinden!

Hesap soracaktı bana adam “Nedir derdin oğlumla” Diyecek. “Utanmıyor musun? Ayıp değil mi sen üniversiteli, o liseli?”

Of! Orospu, diyecek belki de hatta yüzüme tükürecek. “Tüh Allah belanı versin senin! Utanmaz! Rezil!” Titriyordum, hayatımın en mahrem sırrı ortaya dökülmüş, ecelimi bekliyordum. Oracıkta düşüp bayılabilirdim, gerçekten bayılacak kıvama gelmiştim;

Aramızda iki adımlık mesafe kalana kadar yürüdü, orada durdu.

“Affedersiniz!” Dedi.

“Kusura bakmayın lütfen, yolunuza çıktım böyle aniden!”

Bir çiçek tutuyordu elinde, bir de hediye paketi, yanıma gelinceye kadar fark etmemiştim hiçbirini. Çiçeği uzattı elime, fara tutulmuş tavşan gibi donmuş kalmıştım yolun ortasında öylece, kavrama yetim kaybolmuştu, anlamaya çalışıyordum neler olduğunu.

Çiçekle beraber hediye paketini uzatıyordu boşta kalan diğer elime;

“Eda affedin beni, ilk gördüğüm günden beri seviyorum ben sizi.” Ben hala şoktaydım, aynı aileden gelen bu ikinci ve sevimsiz itirafla ikiye katlanmıştı şok dalgam.

İçime fısıldar gibi bir sesle teşekkür ederim diyerek uzattığı çiçeği aldım. Zangır zangır titriyordu hala ayaklarım, diğer elime de hediye paketini tutuşturdu.

“Bırakmak isterdim ama eve gidiyorsunuz galiba” Dedi.

Korku, endişe, kaygı, şok beynimin içinde çarpışıp duran bir sürü duygu dalgasında boğulurken, düşünemiyordum nasıl tepki vereceğimi, kekeleyerek;

“Eeeevet eeve gidiyorum evet.” Dedim.

Şapşallığımdan cesaret bulup, bir şeyler içmeye davet etti.

Annemin beklediğini söyledim, Allah bildiği gibi etsin beni ve bir daha teşekkür ettim.

“Yarın okul çıkışı o zaman, aynı saatte, burada bekliyor olacağım sizi.” Dedi.

Israr dinleyecek, mücadele edecek gücüm kalmamıştı, biraz daha konuşmak zorunda kalırsam oracıkta düşüp bayılabilirdim. Bir an önce kurtumak için “Tamam” dedim.

Her şey bitmişti işte, bir daha cama çıkmadım, yoluma çıktı Umut sokakta, konuşmak istedi konuşmadım. Yalvardı, yakardı, ağladı. Olmaz dedim, başkası var sevdiğim. Ne diyecektim ki, baban da seviyormuş beni mi? Romantik bir aşk hikayesiydi bizimkisi, keşke öyle bitmeseydi.