Hayatla savaşmaya ne ara başladık acaba büyürken biz o telaşta?


Gecenin bir yarısı kitap okumaya dalmışken geldi telefon. Alo dememe bile fırsat vermedi karşıdaki ses, hem ağlamaklı, hem kırgın, hem öfkeli:


“Neden bunca olayı ben yaşıyorum ya? Herşeyi yaptım halbuki, ben doğru yaptığımı düşünürken, nasıl, neden canım yanıyor  bu kadar? Ya şöyle bana neyi yanlış yapıyorum ben? İnsan evlatları için endişelemez mi? Onlara yol göstermek isteyemez mi? Biliyorsun herşeyi yaptım ben onlar için? Ama olmadı bak, olmadı, kızım öyle bir canımı acıttıkı bir sözüyle, ölsem geçmez gibi geliyor bu acı… Lütfen ya birşey şöyle dursun şu kafamın içinde dönüp duran sorular, yaşanmışlıklar, acılar, küfürler, sevmeler. Her şey dursun artık…” dedi ve hıçkırıklara boğuldu…


Ağlamasının geçmesini bekledim, sakinleştiğinde ise sadece: “Sen bir şey yapmadın buna emin ol. Şimdi bir kahve yap kendine, bir sigara yak, bunları iç sonra beni ara.” dedim.


“Tamam” dedi kapadı telefonu.


Gecenin o saatinde binbir soru cirit atmaya başladı zihnimde, yüreğimde.  Yanımda uyuyan oğluma baktım, gülümseme yayıldı yüzüme “Dur bakalım biz neler yaşayacağız!” diyerek.


O gece ve ardından gelen bir kaç gün süren telefon görüşmelerinin  birinin sabahında  kahvemi içerken daldı gitti gönlüm gerilere, geçmişe, çocukluğa. Hoş benim anımsayacak bir çocukluğum yoktu ama anlatılanlara dalabilirdim, yoksa çocukluğum, ben inşa ederdim yeniden, kime neydi bundan.


Oğlumu izlerken farkettim aslında ne kadar kontrollü olduğumuzu biz büyüklerin.


Onun hayatı sadeydi; mutluysa gülüyordu, öfkeliyse kırıp döküyordu, üzgünse ya susuyordu ya bana gelip “beni üzdün benden özür dilemelisin!” diyordu. Korkusuzca. Gizlemeden saklamadan, gözlerimin içine bakarak ne istediğini söyleme cesareti vardı. Savaşmıyordu hayatla. Zaman telaşı yoktu. Ne mutlu olayım çabası vardı ne de bunu anlayıp çözmeliyim kaygısı. İstediğini yapmak için kıyameti koparırdı. İstekleri vazgeçilmeziydi onun ve tabiki bütün çocukların. Biz büyüklerden daha iyi hissediyorlardı aslında herşeyi, gözlemliyorlardı,ama dillendirmeye gerek duymayıp akışına bırakıyorlardı her şeyi, öldüğü gibi.


Nasıl birşeydi bu büyümek böyle? İnsanı mutsuz ediyordu büyümek.


18 yasına girmek için can atan gençler geldi gözümün önüne, bir mucize beklenirdi hep o 18. Yaş gününde ve ertesi sabah kocaman bir hayal kırıklığı tabiki. Güneş gene aynı doğmuştu, saatler aynıydı, dünya dönüyordu. Yıllarca beklenen gün birşey getirmemişti. Umut edecek o büyü kaybolduğundan olsa gerek büyümek adına çabalar başlardı işte o dönemden sonra belki ilk en büyük hayal kırıklığı ve hayata karşı mücadele.


İlk aşklar ve ardından gelen yeni başlangıçlar için ayağa kalkmak uğruna duygusuzlaşmalar.


İlk iş ve emeğini alamayınca işvere duyulan öfke, kendi işi için çabalar.


Zamansız ölümler yaşanırdı ara ara, en sevdiklerinin yok oluşunu yaşarsın ve başka bir anlama geçer, boyut atlarsın birdenbire.


Evlilik, çoluk çocuk vs derken…


Bir gece bir telefonda hayatı neden anlamadığına dair salya sümük ağlamalar.


Sanmayın kötü bir tablo çizdim sizlere. Benim bu çizdiğim en naïf renklerle çizileni, daha geçmiş açılarını, yapamadıklarını, ulaşamadıklarını çocuklarına empoze edebilmek için hem kendinin  hem çocuklarının, eşlerinin, çevresinin hayatını zindana çeviren büyüklerden bahsetmedim.


Bilirim çoğunuz ama ile başlayan cümleler kurmuşsunuzdur okurken bunları. Bahanelerimiz hep vardır bizlerin, hemde öyle güzel mantığa oturtmuşuzdur ki bunları, inananarak anlatır, inandırırızda.


Büyümek uğruna neleri yitirdik hatırlıyormusunuz?


Büyük adam olmak uğruna nelerden vazgeçtik?


Bilgisizlik ektik, cahillik biçtik.


Şimdi kimse kimseyi suçlamasında bir düşünsün bakalım;


Hayatla savaşmaya ne ara başladık acaba büyürken biz o telaşta?