1993 yılında Bingöl'de silahsız, üstelik sivil kıyafetli 33 askeri otobüslerden indirip kurşuna dizmişlerdi. 19 yıl sonra yine aynı bölgede ortaya çıktılar. Yine silahsız ve sivil kıyafetli askerleri taşıyan otobüslere ateş açtılar.
Bu defa da 9 gencimizi öldürüp onlarcasını yaraladılar.
Bunun adı kalleşlik ve kahpelik. Ne sözlüklerde ne de bizim kültürümüzde başka bir adı yok.
Saldırganların yayın organlarında yazdıklarına ve attıkları zafer çığlıklarına bakılırsa da "bir onur savaşı!" İşte, terör örgütünün "onur" ve "savaştan" anladığı bu:
Kahpe pusular kurmak, silahsız insanları katletmek, sivilleri bombalamak, araçları yakmak, ardından ise zafer kazandığını düşünmek!

* * *
Bir "hak mücadelesi" tutturmuş gidiyorlar...
Bu nasıl bir "hak mücadelesi" anlamanın imkânı yok!
Vuruyorlar, kırıyorlar, yakıyorlar, yıkıyorlar.
Bu yaptıklarına da "hak mücadelesi" adını veriyorlar.
Ne hakkı, ne hukuku? Bunun adı düpedüz eşkıyalık! Hem de en kabasından.
Üstelik, kimin "hakkının" mücadelesini veriyorlar, o da belli değil. Kandil'deki terör baronlarının mı? Yoksa, Kürt kökenli sade vatandaşlarımızın mı?
İş makinesi yakmakla, köprüleri ve yolları havaya uçurmakla, onları kalkan olarak kullanıp güvenlik güçlerine ateş açmakla vatandaşın hakkı savunulamayacağına göre...
Belli ki terör baronlarının! İlaveten terörü arkasına alarak Ankara'da siyaset yaptıklarını sanan bir takım tuzu kuruların.
Gerekirse isim isim de sayabilirim...
O tuzu kuruların çocukları Başkent'in en pahallı okullarında okuyor. Hepsi bir eli yağda, diğeri balda yaşıyor. Hakkını hukukunu savunduklarını iddia ettikleri bölge insanının çocukları ise silah zoruyla dağa kaldırılıyor. "Gerilla" adını takıp ellerine silah verdikleri çocuklar ateşe atlarken, onlar kendilerini Ege ve Akdeniz'in mavi sularına atıyor.
Bunların "hak" denilince anladıkları işte bu!

* * *
Yok, yok; artık bıçak kemiğe dayandı...
Bu ülkede Türküyle Kürdüyle herkesin ciğeri yanıyor.
Eşkıya ise, dur durak bilmiyor; sürekli ölüm kusuyor. Artık, ağır silahlarla saldırıyor. Bu silahların kimler tarafından verildiği de belli.
Doğru, ortada bir "savaş" var. "Savaş" onlara bu silahları verenler ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti arasında.
Bunlar sadece birer figüran.
Yine de kendilerini "savaşçı", içinde bulundukları durumu da kendilerinin "savaşı" olarak görüyorlar.

* * *
Oysa, bu yaşadıklarımız "savaş" değil. "Savaş" dediğin böyle olmaz...
Kahpe tuzaklar düzenlemezsin. Masum insanlara saldırmazsın. Namlunu savunmasızlara doğrultmazsın. Çıkarsın mertçe ortaya, vuruşursun.
Ama nerede onlarda bu yürek?
Köstebek misali yerin altında saklanıyorlar.
Yılan gibi pusuya yatıyorlar. Sırtlan gibi zafiyet anları kolluyorlar.
En acısı da yaptıklarını "kahramanlık" sanıyorlar!
Ardından ise "alan hakimiyeti kurduk" gibi boş laflarla alemi kandırıp kendini avutmaya çalışıyorlar.

* * *
Eşkıyada da onlara destek verenlerde de ne insanlık var, ne de vicdan...
Hem "barış" nutukları atıyorlar, hem "ölüm" kusuyorlar. Hem "kardeşlik" diyorlar hem "kardeşlerini" kurşunluyorlar. Hem "haktan" bahsediyorlar, hem en temel haklardan olan "yaşama hakkına" kastediyorlar.
İnsani değerlerin tamamı ayaklar altında.
Vampir gibiler. Bütün gıdalarını kandan alıyorlar. Bu akan kanlar olmasa, o canlar toprağa verilmese ayakta duramayacaklarını kendileri de iyi biliyorlar.
Yıllardır alabildiğine kirli, alabildiğine kahpe bir "savaş" yürütüyorlar. Alçaklıkta sınır tanımıyorlar.
Bunların şehir yapılanması da siyasi uzantıları da sağdaki, soldaki ve medyadaki sempatizanları da yürütülen bu kirli savaşın birer ayağı.
Yok aslında birbirlerinden farkları. Hepsi aynı yolun yolcusu, tamamı bu "kirli savaşın" savunucusu. Tersi yönde söylenenlerin hepsi boş laf ve hikaye!

(Takvim gazetesinden alınmıştır)