Virginia Woolf yazdığınızda internet üzerinde pek çok bilgiye ulaşırsınız. Ben size onun klasik biyografisinden ziyade çok fazla gözler önüne serilmemiş yaşamından bahsetmek istiyorum. Onun hakkında okuduğum onlarca biyografi ve günce beni bambaşka duygulara sürükleyip, klasik gerçeğin dışına çıkartmıştı. Bunun en önemli olanı ise Woolf’un ölümü elbette.

Bu bir intihar mı yoksa cinayet mi?

Cinayetten kastım birinin fiziki olarak onu öldürmesi değil, ancak ille de cinayet olması için bir başkası da gerekmez. Çocukluk yıllarından ergenliğine kadar uzanan o hassas dönemlerinde Woolf zaten çoktan bir cinayete kurban gitmişti. Hayatını normal, sıradan insanlar gibi yaşayamayacağı, ölümünün de normal olamayacağı o yıllardan belliydi. İşte bu yüzden bana göre bu özgür ve sağlıklı bir ruhun aldığı karar değildi. Yıllarca kafesine sıkıştırılmış deli gibi çığlık çığlığa acısını içinde yaşayan bir canlının son feryadıydı. Çünkü onu bu raddeye getirenler ona bu sonu hazırlamışlardı. Henüz küçük bir kızken bile hayatını yerle bir edenler ona bu sonu layık görmüşlerdi. İşte bana göre bu bir cinayettir, intihar değil.

Woolf hakkında yazmaya başlamak demek sayfalarca makalenin çıkması demek aslına bakarsanız. Kitapları hariç sadece güncesi üzerine yazsam günlerce onu yazmam gerekir. Evet, onun hakkında günümüzde ulaşılabilir çok fazla bilgi var; özellikle Londra bu bilgileri edinmek için çok doğru bir yer. Fakat ben, intiharın soğuk anahtarını onun eline verip ona demir kapıyı açtıran unsurları yazmak istedim. Çocukluk yıllarında başından geçenler, gençlik ve evlilik dönemlerinde yaşadıkları ve elbette babası…

Babası, Victoria çağının tanınmış yazarlarından Sir Leslie Stephen’dir. Virginia, babasının ikinci evliliğinden olan kızıdır. Woolf, gerçekçilik üzerine kurulu gerçek romancılıktan nefret etmesini, babasının gerçekçi kişiliğiyle örtüştüğü, ona aynı izlenimi yansıttığı için benimsememiş ve yazmayı istememiş. Babasının gerçekçi yanının ağır basması onu, çocuklarını sürekli ezen, baskıcı ve aynı zamanda da pesimist bir adam kılıfına sokmuştur. Böylelikle Woolf, hayatının her anında gerçekçilikten kurtulmaya ve mantığını bırakabildiği kadar özgür bırakıp bu duygudan arınmaya çalışmıştır. Bu duyguyu köreltmesindeki en önemli iki sebep babası ve yaşadığı ülkenin şartlarıdır.

Virginia Woolf’u nefret ettiği gerçekçilikten uzaklaştıran ve  modernist romanın öncülerinden biri yapan ilk romanı “Jacob’s Room” olmuştur. Romanda plot yani olay örgüsü yoktur. Gerçekçi romanın hiçbir öğesine rastlanılmaz. Belli bir tema veya akış da yoktur. Woolf, karakterlerini detaylıca ele almaktansa onlar hakkında okuru tam anlamıyla belirsizliğe sürükler. Kent veya doğa betimlemeleri de yapmamıştır bu romanında. Zaman ve mekan algısı da kesin çizgilerle çekilmemiştir. Jacob’s Room yalnız dağınık ve karmaşık değil, aynı zamanda kopukluk izlenimi de verir okuyucuya.

“To The Lighthouse” (1927) Woolf’un en ünlü ve en güzel romanı olarak yorumlanır. Woolf’un otobiyografik sayılan tek kitabıdır. Bu kitapta çocukluğunu, anne ve babasını anlatır.

Woolf, çocukluk yıllarında, babasının sürekli acımasız gerçekçi tavrıyla ailesini ezmekten yorulmadığını, bundan bıkmadığını düşünerek günden güne babasından nefret eder. Annesi ona göre tam bir iyilik ve dürüstlük meleğidir. Henüz on dört yaşındayken annesini kaybedince babasının kibirli realist yanı onu o yaşlarda derin ruhsal dalgaların kucağına iter. Bir yandan üvey abisinin tacizleri devam ettiği için, bu yaşadığı korkunç olayı da babası yeniden evlenip onu bu duruma düşürdüğü için yine babasının suçu olarak görüp nefretini arttırır. Evet, Virginia, on üç on dört yaşlarındayken üvey ağabeyinin tacizlerine maruz kalmıştır. Henüz cinsellik hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir kız çocuğuna, özelliklede annesini yeni kaybetmiş derin acılar çeken bir kız çocuğuna vurulacak en büyük darbe bu olsa gerek diye düşünmüştüm ilk öğrendiğimde. Üvey ağabeyinin onu sürekli sıkıştırmaları, mahrem yerlerini açması ve kimi zaman tacizlerini daha da ileri götürerek onu bunaltması, ruhunda asla iyileşemeyecek derin ve hazin yaralar açmıştır. O yaşlarda annesiz kalan, kız çocuğu olduğu için her alanda baba baskısı görerek dışlanan bir kızın üstüne üstlük birde üvey ağabey travması yaşamasını düşünmek bile bizi oturduğumuz koltuklara gömmeye yetiyor. (Bu konuyu ikinci bölümde daha detaylı ele alacağım)

O yıllarda İngiltere’de, kadınların sadece evde çocuk bakan ve bunlardan başka hiçbir işe yaramayan canlılar olarak horlanmaları bir sır değil. Oxford Universitesi’ne kadınlar ancak 1920 yılında kabul edilmeye başlanmış. Cambridge ise kadınlara titular denilen farklı bir diploma veriyormuş, bu diplomaya göre kadınlar, erkeklerin aldıkları diplomalardaki ayrıcalıklardan da yararlanamıyorlarmış. Woolf, bir güncesinde Oxford Üniversitesi’nin avlusunda yürüdüğünü ve bir ara çimenlerin olduğu tarafa doğru yöneldiğini, tam o sırada görevlinin ona çimlere basmaması için ters ters baktığını yazmış. O an adamın bakışlarından korktuğunu ve adımlarını yol tarafına çevirdiğini çünkü çimlere basmanın sadece kadınlara yasak olduğunu, erkeklere olmadığını açıklamış. Gerisini siz düşünün J

Çocukluğunda zaten ezici baskılarla büyüyen Virginia, genç bir kadın olduğunda da yaşadığı ülkenin ağır şartlarıyla başa çıkmaya çalışmak zorunda kalmış. Çocukluğunda sürekli babasının kütüphanesinden alıp okuduğu romanlarla kendini iyileştirmeye çalışan Woolf ilerde, döneminin yazarlarından farklı bir yazar olmayı o yıllarda hayal etmeye başlamış. Gerçekçilikten ve baskıdan uzakta, mantığını bir kenara koyarak dilediğince, özgürce kurmak istemiş cümlelerini. Diğerlerinin üslubu gibi sıkıcı, insanı boğucu karakterler ve yaşamlar kurgulayarak sıkıcı dünyaya sıkıcı bir roman daha eklemek istememiş.

1922 yılındaki güncesinde, aklı başında olanların dünyayı nasıl gördüklerini ve akıl hastalığı olanların ise nasıl gördüklerini incelemiş. Aslında Woolf bunu sürekli yapmış; ruhsal sıkıntılar çekerek yaşamını sonlandırmayı düşünen ve sonunda da intihar eden karakterleri hayal etmiş. Alman savaş uçakları çatıların üzerinde korkunç sesler çıkararak dolaştıklarında, acaba bugün kimler ölecek, diye geçirmiş içinden. Savaşın getirdiği bunaltıcı günler, zaten halihazırda yaşadığı depresyonuna eklenerek onu iyice çift kişilikli hale getirmiş. Kocaman demir yığınları tepemizde dolanırken biz yere kapanıp sabırla ne olacağını beklerdik, diye yazmış başka bir güncede.

Virginia Woolf, dokuz roman, kadın sorunlarıyla ilgili iki kitap, pek çok eleştiri yazısı, denemeler, öyküler ve birde Roger Fry ile Flush’ın yaşamöyküsünü yazmıştır. 1934’te ölen Fry, Woolf’un onun hayat hikayesini kaleme almasını rica etmişti. Woolf için bu bir nevi vefa borcuydu. Kitap 1940’da yayınlandı. Bundan bir yıl sonrada Virginia Woolf öldü.

Bir başkasının hayatını yazmaktansa keşke kendi yaşamından daha fazla ipucu bıraksaydı ya da başka hikayeler yazsaydı diyor eleştirmenler. Haklılar, ancak Woolf’un ölüm günü ve saati muhtemelen aylar öncesinden planlı değildi. Bu yüzden ruhsal çelişkiler yaşayan Woolf da öleceği günü bilmiyordu.

“The Legacy” oldukça manidar bir öyküdür. Angela trafik kazası gibi görünen bir şekilde bir arabanın altında kalır ve hayatını kaybeder. Sanki öleceği içine doğmuşçasına günler evvel vasiyetnamesini hazırlar, sekreteri dahil pek çok yakınına hediyeler bırakır. Ancak kocası Gilbert’a hiçbir şey bırakmaz. Sadece yıllar boyu biriktirdiği güncesini kocasının kolaylıkla bulabileceği bir yere koyar. Ölümünden sonra Gilbert bu günceyi okumaya başlar. İlk sayfalarda adının bolca geçtiği olumlu cümlelere rastlar, ancak sonlara doğru artık adı neredeyse hiç anılmaz. Karısı son yıllarında B.M. dediği sosyalist bir adamdan bahseder. Adam evlerine gelip ona başka sosyalist yazarların da kitaplarını hediye etmiştir. Ve Gilbert sonunda karısının bu adamı sevdiğinden emin olur. Fakat son yılına ait güncesinde bu adamın kendisini öldürdüğünü öğrenir. Sevgilisi öldükten sonra karısının güncesinde yazdığı son satırlar şöyledir: “Have I the courage to do it too?”  (Bunu yapabilecek cesaret bende de var mı?)

Ve işte o zaman karısının bir kaza sonucu değil de sevgilisine kavuşmak için bile bile ölüme gittiğini anlar. Öykü şu sözlerle biter: “He had received his legacy. She had told him the truth. She had stepped off the kerb to rejoin her lover. She had stepped off the kerb to escape from him.”

(Kendine vasiyet edileni almıştı. Ona gerçeği söylemişti. Aşığına kavuşmak için kaldırımdan inmişti. Kocasından kaçmak için kaldırımdan inmişti)

Woolf’un bu öyküsü hem sürükleyicidir hem de aklından hiç çıkmayan -çıkarılmayan- intihar konusunu işlediği için ayrıca ilginç ve manidardır bana göre.

İkinci bölümde Woolf’un bilinç akışı tekniği ve tünel açma sürecini, üvey ağabey ve baba sendromlarını, evliliğini ve eserlerini daha detaylı ele alacağım.