Bana bozuldu Müzeyyen Abla, gücendi, darıldı, çok üzmüşüm onu meğer bir daha arayıp sormadı. Oysa ne derin bir dostluğumuz vardı bizim onunla.

Yeni öğretmen olarak çalışmaya başladığım okulda, on beşinci senesini tamamlıyordu Müzeyyen Abla. Tecrübeli olunca rehber öğretmenim olmasına onu uygun görmüşler. “Aramıza hoş geldin” diye sarılırken, çay bardağını tutan elim gibi ısınıverdi sıcaklığıyla yüreğim, görür görmez sevdim. Nasıl da samimi, ne kadar da içtendi! Müzeyyen Ablayla dostluğumuz işte o gün, tam da böyle başladı, bir nevi ustamdı benim, ben de onun çırağı.

Kaç göbek ötesinden İstanbullu olduğuyla övünürdü Müzeyyen Abla, öyle asil olunca soyu, dengini bulması da zor olmuş, bu yüzden hiç evlenmemiş. “İnsanlar çok sığ Ayşe, evlilik onlara göre ezbere bir yöntem, sen sen ol sakın, evlenmiş olmak için evlenme!” Derdi.

Değerliydi hayat tecrübesi benim için, her bir nasihatini sağ kulağıma küpe ettim.

Fazla kilolarından dolayı yavaş yürürdü Müzeyyen Abla, koşması ise imkânsız. En büyük kabusuydu okulumuzun çok katlı merdivenleri, kan ter içinde kalırdı onları inip çıkarken. Zorlanıyordu haliyle bahçe nöbetlerinde, kat nöbetlerimi onunkilerle değiştim. Nasıl da sevindi, mutlulukla sarıldı bana “Teşekkür ederim dostum, teşekkür ederim!” Bana dostum derken, hissederdim, ta yürekten söylerdi bunu.

Yedi göbek İstanbullu olunca, yedi kat daha varlıklıydı Müzeyyen ablanın ailesi. Bir yazlıkları vardı mesela Silivri’de görmeliydim muhakkak.

Her tatilde ısrar kıyamet yazlığa davet ederdi beni, gönlü yüce, güzel dostum, gitmek kısmet olmamıştı. Son haftası yoğun geçti okulun, görüşemedik doğru- dürüst, “Haftaya Silivri’deyim, muhakkak gel.” Dedi.

Saçım fazla uzamıştı, hava da sıcak olunca terliyor, kaşınıyordu yerli yersiz, beyaz bir örtü serip saçlarımı taradım. Bit mi var acaba diyerek eni-konu yokladım, telefonum çalmaya başladı birden. Müzeyyen Ablaydı arayan, Silivri’ye davet ediyordu beni yine, bir planım da yoktu zaten;

“Tamam” Dedim. “Geliyorum!” O hafta sonu için konuştuk, Silivri sapağında buluştuk. Ailesinden başka kız kardeşiyle yeğeni de vardı yazlıkta,

“Başka zaman gelseymişim, ablan da varmış, sonra gelirdim ben.” Dedim.

“Olur mu hiç öyle şey!” Dedi. “Ablam ile yeğenim, çok teessüf ederim.”

Plaja gittik öğleden sonra, denize girdik, güneşlendik. Tuzlu suyu bulunca, güneş de tepeden vurunca coştu başımın kaşıntısı.

Yandığı için olsa gerek dedim, aldırmadım kaşıdım, yanan her bir yerim kaşınıyordu nitekim.

Rahatsız oldum üçüncü gece, uyandım durdum kaşınarak. Öğleye doğruydu, kahve içiyorduk bahçede, gayri ihtiyari elim başımdaydı sürekli. Müzeyyen Abla saçıma dikkat kesilip;

“Ayşe çok kaşınıyorsun, bitlenmiş olmayasın.” Dedi.

Afallayıp kaldım, aklıma da gelmedi değil ama yine de ihtimal vermedim.

“Yok canım çocukken bitlenmiştim ben, bilirim nasıl bir şey o, saçlarım çok uzun ya terliyor sıcaktan dipleri, o yüzden kaşınıyor olmalı.” Dedim.

Kendi bahaneme onu ikna edememiş olmalıyım ki “Eğil hele, bir de ben bakayım.” Dedi.

“Ben iyice bakmıştım ama.” Diyerek uzattım Müzeyyen’in kucağına kafamı. Daha saçlarımı aralar aralamaz “Aaaa bitlenmişsin sen Ayşe!” diyerek üstüne atlayan fareyi fırlatır gibi iteledi kucağındaki kafamı. Yüzünü buruşturdu, iğrenerek silkelendi, hissettim, ensemden tutup beni çöpe atmak istedi.

Hayatındaki en mide bulandırıcı şeye bakar gibi bakıyordu yüzüme, ne diyeceğimi bilemedim.

“Çocuklardan kapmışımdır okulda Müzeyyen abla, öğretmenlik hali, hiç gelmemişti daha önce başıma, bilemedim.” Dedim.

Beni teselli edecek cümleler çıkmasını dileyerek baktım ağzından dökülecek kelimelere.

“Eh be Ayşe madem bitlendin, ne diye misafirliğe gidersin ki?”

Yer yarılsaydı da içine girseydim. Teselli yerine böyle bir zehir saçılınca sevgili dostumun ağzından kafamı duvara çarpmış gibi inledim. Suçlu hissedip kendimi, savunma ihtiyacı hissettim. “Bilmiyordum Müzeyyen Abla, bilseydim hiç gelir miydim?”

“İyi de geldiğinden beri kaşınıyorsun be kızım, hiç mi aklına gelmez insanın.”

Tiksinerek bakıyordu hala bana, dayanamadım, ağlamaya başladım.

“Tamam Ayşe olan olmuş, dert etme, yapacak bir şey yok.” Dedi.

“Allah belanı versin.” Der gibiydi sözleri. Kısa zamanda herkes haberdar olmuştu benim bitli kafamdan. Daha fazla aşağılanmaya maruz kalmadan, ayrılmalıydım hemen oradan. Yedi göbek İstanbullu aileden biri de çıkıp, kalmam için ısrar etmedi. Hazırladım çantamı “Vakit geç oldu, yarın çık yola istersen.” Demelerine aldırmadan çıktım hemen o evden.

Hayvan katliamına hazırdım, döner dönmez ilaç alıp bitlerimi zehirledim. Önüme beyaz bir tülbent açıp, saçlarımı taradım. Dökülen bitleri gördükçe gözlerime inanamadım, hatırı sayılır bir ordu kurmuştu, adi bitler tepemde. Kendimi suçlu hissedip Müzeyyen Ablayı aradım hemen. Tekrar özür diledim, Müzeyyen elden bırakmadı ketumluğunu, sitemliydi hala sesi “Valla iki gündür ev temizliyoruz, babam hariç hepimiz bitlenmişiz.” Dedi. O son konuşmamız oldu Müzeyyen Ablayla, birkaç defa daha arayacak oldum, açmadı telefonlarımı, geri dönüp de aramadı. Darıldı Müzeyyen Abla bana, acı olsa da öğrendim, başımdaki, bit kadarmış dostluğumuz…