Pazar günü, piknikteyiz... Her taraf yeşillikler içinde, selvi ağaçları her yerde, kır çiçekleri serpilmiş şekilde süslemiş çevreyi... Oturuyoruz.

Öyle bir serilmişim ki koyu mavi sofra bezinin üzerine; sütun gibi, sanki güzellik masajına girdim gireceğim mübarek. Nedir yahu üst üste örtüler? Annem; üç renkli, desenli bir kilimin üstüne sermiş sofra bezini. Kirlenmesin diye mi, bilemedim. Aniden "Boynun tutulacak!" diyerek yastık attı bana. Tam da uykuya dalmak üzereydim. Sıçradım. Abide gibi yatan ben oturuyordum artık... Yumuşacık yastık elimde kaldı.

"Ah ben ah!" diye gülümserken, ellili yaşlarda bir bayan geldi. Üzerinde bir vakar ve asalet görülüyordu. Bir bardak su istedi. Annem suyu  verdi, sonra "Açsanız yemek var." dedi. İstemedi kadın, tok olduğunu söyledi. Annem, bir tabağa yaprak sarması ve yoğurt koydu, iki de peynirli poğaça verdi, "Lütfen yeyin." dedi. Kendisine daha azını hazırladı. Yemişti aslında, ama misafir kadın mahcup olmasın diye ona eşlik ediyordu. Ordan burdan konuştular derken bayağı arkadaş oldular. Muhabbet ilerlemişti, kahkaha bile atıyorlardı artık, samimiyetin ilerlemesiyle. Kulak misafiri olmamak için yanımda götürdüğüm Reşat Nuri Güntekin'in Anadolu Notları adlı kitabını okumaya başladım.

Kitap, İstanbul yolları ile Anadolu yollarının karşılaştırmasını yaparak giriş yapıyor. Nerdeyse yirmi yıl önce yazılmış. Bir sayfasında “Yol yapmak zerzevat ekmek gibidir. Onunla daima meşgul olmak gerektir.” yazıyordu. Gözümün önünden tebessümle ünlü genç piyanist Karsu’nun konuşması geçti (babası Türk). “Türkçe öğreniyorum, çaba gösteriyorum. Örneğin yeni öğrendiğim iki kelime ‘zerzevat ve meşrubat’. Biri nane maydonoz diğeri meşrubat. Bir de ‘mütemadiyen’ vardı. O da çok güzel kelime.” Mütemadiyen ile başladım ve kendime; ilginç bir gün olacak, dedim.

Kafamı kaldırdım annemlere baktım, alevli konuşmalar içindelerdi. İkisi de ciddiyet ve ilgi ile birbirlerini dinliyorlardı. Tekrar döndüm kitabıma. Tam o sırada kadın ağlamaya başladı. Gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Arkamı döndüm, kitabımı okumaya devam ediyor gibi yaptım. Reşat Nuri Güntekin bana küsecekti belki de. Misafir kadın konuşuyordu:

-- Yalnız kalıyorum. Etrafımda çok insan olmasına rağmen yalnızım. Zamanında çok güzeldim, bir gören bir daha bakardı. Yeri geldi güzelliğimden yoruldum, peşimi bırakmadılar. İyilikler yaptım hem de çok, fakat bu niyetimden de yordular. Ben de kendimi kimsesiz çocuklara adadım.  Arada bir onlara evimi açar, ikramlarda bulunurum, beraber kitap okurum. Bazen elişi yaparız, bazen pasta börek... Hep misafirim olurlar. Böylece yıllardır içimde olan evlat hasretini bu şekilde gidermeye çalışırım.

-- Kız çocuklarına daha bir titrerim. Onlara toz konsun istemem. Yıllar önce küçüktüm, bana tecavüz edildiğinde ne olduğunu anlamamıştım. İki dakikalık bir andı. Film gibi izlenmiştim; o an uğruna ödüllendirilecektim. Daha altı yaşında bile yoktum. Ailemin haberi yoktu. Bense her gece, o anı ve yaşadığımın ne olduğunu düşünüyordum. Kötü bir şey yaşamıştım, ama ne kadar? Ödül ise, beni motora bindireceklerdi. Hepsi yalandı, yalan. Motor görmedim... Yanımdaki motoru! Yanımdaki!... Dev gibiydi üstelik.

-- Yıllar geçti, genç kız oldum. Okudum, çalıştım. Kimsenin elini elime değdirmedim. Doktora gizliden gittim. Bakireydim, tertemizdim. Ruhen hissetmesem de. Her gece dualarımla başkalarının çocuklarını sevdim. Kimseyi sevemedim. Gönlüm hiç açılmadı... Ömrümü çaldılar, hayallerimi çaldılar, çocukluğumu çaldılar... Bugün ben  profesör oldum... Hepsi yaşadıklarımdandır. Arada bir türbeleri ziyaret eder, sonra köyüme dönerim. Yüzden fazla eserim var... Hepsini hediye ettim, kimse bilmez beni... Ya türkülerdeyimdir ya da şiirlerde... Adım başkadır her birinde.

Annem birden, “Hiç aşk yaşamadınız mı, fırsat dahi mi vermediniz sevilmeye, aşık olmaya? Gerçi bugün aşkın rengi ve yaşı var mıdır bilinmez ki!”  dedi.  Sözde konuyu değiştirmek istedi, ama başaramadı. Profesör kadın ise: “Bak kızım, aşkın manası farklıdır. Aşk yaşanır, aşık ise şahıstır! Şahısın herşeyi vardır; dini, rengi, ırkı, yaşı, cinsiyeti.... Fakat aşk iki kişi arasındaki imkânsız bir sevgidir, sonu olmayan... Biz ona kimlik konduramayız!” dedi.

Harika bir tanımlamaydı. "Biz kimlik konduramayız...", kimliksiz sevmeliyiz o halde. Masumca, incitmeden, yüz üstü bırakmadan, onurunu kırmadan, narin bir kelebek gibi olmalı sevdamız. Kadını seks abidesi gibi görmeden, onu taparcasına severken sevildiğini de hisseden olmalıyız. Ömrümüz sağlıklı geçsin, artık incinmiş profesörlerimiz, kızlarımız, çocuklarımız olmasın...

Yerimde duramadım. "Türbeleri ziyaret edelim mi hep beraber?" diye iki hanıma da sordum. Bakışlardan onay aldığımı anladım. Kilimi, sofra bezini, piknik sepetini arabaya yerleştirdik. Beraberce yola koyulduk...

Herkesin mutlu olmaya hakkı vardır elbette, değil mi? Dedim ki:

“Bu gönül sende
Başka gönül bilmem elde
Bilirim ki geldiğinde
Dümyamsın ölsemde”

Annem bana ters ters baktı. Profesör, “Aramızda şairler de varmış, bak sen.” diyerek tebessüm etti... Yanaklarım al al oldu... Kitabıma gömüldüm...


Yazının devamını ister misiniz?