Karşıma geçmiş "sen beni anlamıyorsun!" diyen nice insanın yüzüne donuk donuk bakıyorum çoğu zaman.


Ben seni anlamıyorum...


Evet anlamıyorum haklısın da sen kendini anlıyormusun acaba diye sorarlar adama.


Kendi içinde yaşadığın kaosların ve kayboluşların anlamsız tanımlarından beni ya da bir başkasını sorumlu tutmak ısrarla nasıl bir egodur acaba?


Lütfedip benimle ilgili duygu ve düşüncelerini benimle paylaşanlara saygılarımı sunuyorum; iyi ya da kötü olması onemli değil. Paylaşabilecek kadar açık olmaları önemli benim için çünkü. Herkes bir suskunlukta, istiyorlar ki beyninden ve yüreğinden geçenler karşı taraflarca algılansın ve anlaşılsın. Ve çoğu zaman bu yanlış oluyor. çünkü bir kişi karşısındakini kendi yaşanmışlıkları, düşünce ve duygu süzgeçleriyle değerlendiriyor; elbette doğru değil ama bu düşünce şekli bir alışkanlık olduğundan dolayı olduğu gibi kabul etmek insanları hayatında ciddi bir ego temizlemesi, bakış açısında genişlik, anlamak ve algılmaayı gerektiriyor.


Şimdi sen bana beni anlamıyorsun derken ben kendimi anlamıyorum diyorsun satır arasında, ben bunu görüyorum da sen niye kör ve ezberci bakıyorsun? Bende bunu anlamıyorum demeyi isterdim ama anlıyorum. İnsan kendine kıyamaz genelde. O yüzden onlar anlamaz dinlemez seni, beni.


Yaşadığımız acılar, kayıplar, yorgunluklarla bilenir keskinleşir köşelerimiz. Daha tahammülsüz, daha keskin dilli, daha bencil olur egomuzu besleriz. Dogru mu bu? Kesinlikle hayır. Acılar ve yaşananlar insanı dönüştürebiliyorsa bunlar tecrübe, keskinleşiyorsa önyargılar oluşur. Ve bu önyargıları hayatımızın mihenk taşları haline getirerek kişiliğimiz sanırız ki bu bizi kendi hapishanemize tıkar.


Osho diyor ki: Kendine saygı duy, kendini sev çünkü senin gibi bir kişi hiç olmadı ve bir daha da olmayacak.


Bir süre sonra nedense o kişiyi neden sevdiğimizi unutur ve bizim için yapmadıklarını görmeye, konuşmaya başlarız. O hayatımıza girmeden önce sen` varken; seni sen mutlu edip, sen değer verip, sen saygı duyup, sen anlarken, o girince hayatına sen `o` olmaya başlarsın ya işte orada kırılır zincir. Sen egonu tatmin için onun seni sevmesini, seni anlamasını, sana saygı duyup seni takdir etmesini istemeye başladığın anda kendine ihanetin sancısını çekmeye başlar ve bu sancılarıda karşındakine bedellersin.


Sancı nöbetlerinin en güçlü silahı `güven` kelimesidir.


Senden beklemezdim!


Sana güveniyordum.


Beni hayal kırıklığına uğrattın... gibi devam eden nice cümle ile yaralamaya, kanatmaya başlarız hem kendimizi hem karşımızdakini.


Çoğu zaman başarırızda bunu.


Sorarım size nedir güvenmek?


Nasıl yıkar karşınızdaki güveninizi?


Güven nedir?


Çoğunuzun zihninden alışılmış tanımlar geçerken biraz ezber bozmak istiyorum. Gelin başka bir açıdan yaklaşalım olaya. Güvenin altında yatan temel düşünce ve duyguyu sorgulayalım. Beklenti. Evet beklenti. Şimdi sen almışsın karşındakini tanıdığını düşündüğün, gördüğünü düşündüğün yanlarıyla bir yere oturtmuşsun ve diyorsun ki kendi kendine bunu yapar, bunu yapmaz, bu söyler bunu söylemez... Ve aksini yaptığı anda kişi birden şaşırıp güvenimi yıktın diyorsun. Pardon da onu oraya sen koydun, sen dedin bunu yapar bunu yapmaz, sen o insanı robot ve dönüşemeyen varlık olarak gördün çünkü bu şekilde sen kendi beklentilerinle egonu besliyordun. Karşındaki senin egonun dışına çıkınca sen nasıl olurda bu konuda onu suçlarsın.


Biraz başka açılardan yaklaşmaya calisalim sadece olaylara.


Arada ezber bozmak iyidir.


Beyin bedava, sus diye taşımıyoruz bunu arada kullanalım zahmet olmazsa.


Karşına geçip ne birinin sana `sen beni anlamıyorsun` demesine sebep ol, ne de sen birinin karşına geçip `sen beni almıyorsun` de.


Anlamak için önce kendimizi tanımalıyız.


Kendimizi sevip kendimize saygı duymalıyız.


Ve karşımızdaki insanı olduğu gibi kabul etmeliyiz, gördüğümüz, algıladığımız gibi değil. Beklentisiz, oldugu gibi.