Sadece dakikalar önce tanıştığım bir kadın, azıcık da dayatma bir sohbetin ortasında, nereden bulduğunu bilemediğim bir cüretle;

“Burada mutlu musun?” diye sordu bana… (yaşadığımız yer, İngiltere’de bir kasaba)

“Hayır” dedim.

“Peki mutsuz musun?” diye ısrar etti.

“Hayır” dedim…

Bana sorduğu soru ile belli ki üzerimde bir derinlik etkisi yaratmak istemiş, aldığı cevapları da kafasındaki o çekmecelerde uygun yerlere yerleştirememiş. Dağınıklığı da sevmediği belli o yüzden ona göre birinden birini hissetmem şart….

Önce dedim ki, insan bu kadar cevapsız bir soru soramaz, dili sürçtü herhalde. Sohbet benim için elimizdeki kahveler bitse de kalksak kıvamında yoğun ve sıcacık ilerliyor. Neden buraya takıldı hiç anlamadım ama ikinci dil sürçmesi geliyor.

“İstanbul’a gittiğinde kendini oraya ait hissediyor musun?”

“Ediyorum.”

“Peki buraya geldiğinde? Buraya ait hissediyor musun?”

“Ediyorum.”

Bakıyor ki bu sorguda ben Polyanna, çözülmemeye kararlıyım, konuyu şurdan bağlıyor.

“Biz eğitimli kesimiz, çok dostlarımız var, ailemizden de yakın, çok mutluyuz biz burada”

“Ne güzel…”

İşte bu tam da; olduğu yere ait olabilmek için “gerekenler” listesi oluşturmuş, listede attığı her bir çentik, onun için katlandığı hayatını biraz daha yaşanılır kılmış.

O an içimde Jim Carrey canlandı sanki….

“Güzel arkadaşım, hayatı zıtlıklarla yaşamaya çalışmak bir tür akıl hazımsızlığı bence. “Mutlu değilsen o zaman mutsuzsun, ya seviyorsun ya da sevmiyorsun.” Olmaz öyle….

Mutluluğu hiç arama, baksana resmi bile yok, neye benzediğini bilmiyorsun. Sen önce kendini sev, bu sohbetten keyif alıyor musun onu söyle, kahven nasıl olmuş? Mutluluk da mutsuzluk da geçer gider inan. 

Zaten daimi mutluluk daimi bir adrenalin ve serotonin hormonu salgılanması demektir, bünyeyi yorar. Sürekli mutsuzsan da bir tiroidine baktır.

Bu iki üç arasındaki duygulardır esas olan. Binlerce, milyonlarca ruh halidir senin içinde olduğun, seni sen yapan.

Bize emanet olan bedenimiz veya ruhumuz değil, beden çürüyüp gidiyor, ruh ise ebedi. Bize emanet olan Yaşam (Ya da sen Zaman de) Bitecek olan o. Sen kendini bırakıp her duyguyu seve seve yaşamazsan, hepsine kısa adlar takip emin olmak istersen, süresini bilmediğin yaşamın boyunca zamanı kaçırır, karanlıkta kalırsın.

Mesele şu ki sen kendine ait değilsen hiç bir yere ait olamazsın.

Bırak eğitimli dostlarını, bana kendin için yaptıklarından bahset, yanlız kaldığında şarkı söyler misin. Mesela en çok hangi parka gidiyorsun yürüyüş yapmak için? Okuduğun kitapları anlat. Ben de anlatırım.  Aynaya bakmayı sever misin? Kalktığında ilk kime/neye günaydın dersin?

Sevebilmek için sevilmeyi tatman gerek.

Sevilmek için de önce kendini sevmen.

Evet çok basit, koşulsuzca, kolunu, bacağını, gözünü, gülüşünü sevmen gerek. Saf sevgi burdan doğar. Sen aynaya bakarken kendine surat asan bir çocuk gördün mü? Ya da aynalardan kaçan? Kendilerine bayılırlar.

Demek ki işin doğası buymuş, aslen kendimize aşık olarak doğuyormuşuz.

Sonradan, hani senin demin koyduğun sınırlamalarla, çocuklarımızı kendimize benzetiyormuşuz.

Yani aslında kendimizi sevmek genlerimizde var. Yeter ki yeniden hatırlayalım.

İşe kendine ve etrafa cevapsız sorular sormamayı öğrenmekle başla.

Sonra, çıkar o maskeni ver bana, inan ki çok daha güzelsin böyle.”

Olmadı tabii… Bunların tekini bile söyleyemedim. Burası “Yalancı Yalancı” filminin seti değil ve evet ben de Jim Carrey değilim.

Aynalardan gözünüzü alamadığınız, kendinizi en çok sevdiğiniz ne mutlu ne mutsuz, sadece sevgi dolu bir hafta geçirmenizi diliyorum.