Frenkçe’de “mixed feelings” yani “karmaşık duygular” diye bir kavram var. Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasının bende öyle bir etkisi oldu.

Öncelikle, gerek varlığı zaten kabul edilen “kara propaganda siteleri”, gerekse de tartışmalı “irticayla mücadele eylem planı” dolayısıyla Başbuğ’un “yargıya hesap vermesi” şart idi. Dolayısıyla, emekli generalin sanık sıfatıyla sorgulanmasına hem hukuk hem de demokrasi gözüyle sevindim.

Bunun, 1960’tan bu yana dört kez darbe yapmış, kendi vatandaşlarını “iç düşman” ilan etmiş, kendini de “hukukun üstünde” saymış olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ehlileştirilmesinde önemli bir aşama olduğunu da düşündüm.

Ancak bunun ötesinde iki ayrı mesele var ki, içime sinmiş değil.

Terör örgütü mü dediniz?

Birincisi, Başbuğ’un “silahlı terör örgütü” kurup yönetmekle suçlanması.

Siyasete müdahale etmek”le, ordu içindeki suçluları korumakla ve hatta “darbe hazırlığı” içinde olmakla suçlansa (ki bu üçüncüsüne şahsen pek ihtimal vermiyorum) aklıma yatacak.  

Ama, “terör örgütü” neyin nesi? Hukukçu dostum Orhan Kemal Cengiz’in dediği gibi, ordu içindeki hükümet karşıtı faaliyetleri karşılayacak somut bir suç tanımı olmadığı için başvurulan bir zorlama mı?  

İkinci ve asıl mesele, Başbuğ’un tutuklu yargılanacak olması.

Niçin tutuklu? Belki pek çok eleştiriyi hak eden, ama onurlu bir insan olduğu kuşku götürmeyen 70 yaşındaki bir emekli genel kurmay başkanının sınırdan gizlice kaçacağını mı düşünüyorsunuz? Ya da delilleri mi karartacak? Davaya konu olan deliller son iki yıldır gazetelerde çarşaf çarşaf yayınlanmıyor mu zaten?

Kısacası bence İlker Başbuğ’un sorgulanması doğru, ama “terör örgütü”yle suçlanması ve tutuklanması yanlış olmuştur.

Bu cümleyi söyleyince, “ne yani, devletin yargısına güvenmiyor musun” diye sorup kızacak olanlara da baştan söyleyeyim:

Hayır, ben hiç bir yargıya ve hiç bir devlete peşinen güvenmem. 28 Şubat mahkemelerine veya AK Parti’ye yönelik “kapatma davası”na da güvenmediğim, o zamanlar Kemalistlerden gelen “yargı sürecine saygı” telkinlerine kulak asmayıp itirazlarımı açıkça söylediğim gibi.

Dahası, daha bir kaç yıl öncesine dek neredeyse tüm muhafazakar ve liberal seslerce “bireyi değil de devleti korumakla” suçlanan Türk yargısının mucizevi bir metamorfoz geçirerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne filan dönüştüğünü de sanmıyorum.

Korunan “devlet”in niteliği değişti diye bu problemi unutacak da değilim.

Tutukluluk rejimi

Problem sadece İlker Başbuğ’un tutuklanması değil. Problem, Türkiye’de onyıllardır işleyen yaygın “tutukluluk rejimi.”

Geçenlerde demokrat ve mütedeyyin bir avukat dostumla söyleştim bu konuda biraz. “Sistem çok kötü” dedi ve ekledi:

Öyle hakimler gördüm ki, sanık karşısına gelince ‘hele bir tutuklayalım sonra bakarız’ diyor. Aradan aylar geçince de, ‘adamı bu kadar yatırdık, ceza vermesek olmaz’ diye düşünüp mahkum ediyor!”

Nice “küçük” davada nice haksızlık yaşatan bu ceberrut tutum, Ergenekon, Balyoz ve KCK gibi özünde haklı saydığım “büyük” davalarda da bence haksızlıklar yaratmış durumda.

Tarihe not düşmek” babından olsun söyleyeyim: Tüm bu davalarda gereğinden çok fazla sanığın hapis yattığı kanaatindeyim. Terör eylemi organize etmekle suçlananlar ayrı. Ama üzerlerine atılı tek “örgütsel faaliyet” yazı yazmak veya konferans vermek olan Hanefi Avcı, Nedim Şener, Ahmet Şık, Mustafa Balbay, Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakolu gibi insanların tutuklu yargılanmasını çok yanlış buluyorum.

Hatırlamalıyız ki adalet, sadece “suçluları yakalamak” değildir. Ondan daha da önemlisi, suçsuzların mağdur olmaması için kılı kırk yarmaktır.