Ne kadar da kolay ölüverdiniz öyle Allah aşkına. Oysa sizi bir gören bir de görmeyen pişmanken, hiç ölmeyecek gibi duruyordunuz.

Şimdi, hiç ölmeyeceğinize iman etmişlerin yanılgısıyla, yorgun dalganın kumsalda tembel tembel dinlenmesine bakar gibi bakıyorum suyun yüzünün bana gösterdiğine.

Hiç ölmeyeceğinize her uydum akıllıyı inandırmanız sizin suçunuz; inananların suçu kendilerinden sorulsun. Lâkin siz de hiç ölmeyeceğinize inanmış olmalısınız. Yoksa kendi kendinize bu kadar saf olamazdınız.

Üşenmesem, en azından kendi payıma, ölümsüz olduğunuza dair bunca kuvvetli bir hisse neden kapıldığımıza dair sebepleri bir yerlerden bulup çıkarabilirim belki. Oysa hem üşeniyorum hem de hafızam bu günlerde alışılmadık denli kötü.

Yine de hatırladığım kadarıyla cirminizden büyük bir ateşiniz vardı sizin. Ağzınızdan ebediyet ırmaklarının döküldüğünü şu gözlerimizle görmüştük. Bizim ağzımıza bambaşka bir terminoloji verdiğiniz muhakkak, ceplerimize hiç tükenmeyen bir akçe bıraktığınızı da inkâr edemem. Ama hissi kaybolmuş her hatıra şimdi sadece kuru bir bilgi. Eğer bilgi istenirse buyurun işte, bir çocuk yanılgısı:

Bizim cellâdın satırı olan yanımız güya ki sizin baş veren yanınıza denk gelmemiş. Güya ki biz ateşmişiz de sıcağımız size değmemiş. Biz süs olsun diye aramazken kelimeleri, cümleleri cetvele dizmezken, sizin gramer aşkınız galip gelmiş. Sahi biz ne çalmışız siz ne söylemişsiniz? Çok pahalıya mal olmuşsunuz bu yüzden, üstelik kendinizi amorti bile edememişsiniz.

İnkâr yok, gökler başımıza yıkıldı sanmıştık bir ara. Kendi savurduğu dalgada boğulan, kopardığı fırtınada savrulan zavallı çocuktuk hatta. Bir şey kırılmıştı, avuçlarımız kan içinde kalmıştı. Ve ne komik, hem parmaklarımız doğranmıştı hem ortalığı temizlemek de bize kalmıştı. Kendi cenazemizi omuzlamıştık kısacası.

\"Bu da geçmez yâ hû!\" demiştik. Ama geçti.

Öldünüz sonunda, her fani gibi.

Bizim ömrümüz paslı bir usturanın ağzıyla ikiye bölünmüştü şunun şurasında. Bıraktığınız kiri pası, çevreye verdiğiniz geçici rahatsızlığı, sağa sola bulaştırdığınız isli karayı temizlemek biraz zaman aldı ama öldünüz işte sonunda.

Bize en büyük iyiliği de ölümünüzle yaptınız. Çünkü hiç ölmeyeceğinizi sanmıştık. Bundan büyük bilgi olur mu hiç, meğer siz de ölebilirmişsiniz. İşte tam da bu yüzden sahi ne güzel öldünüz ve iyi ki öldünüz. Ya hiç ölmeseydiniz?

Bizlerden sorarsanız, buralarda patlayan bahar başı fırtınalarına, hâlâ karla karışık yağan yağmura aldırmayın sakın. Cemreler düştü çoktan. Nevruz çarşambaları başladı. Semeniler, belinde kırmızı bir kuşakla hayat saçacakları gün için çimlenmeye bırakıldı. O bildik akşamüstü berraklığı ufkun arkasında ansızın belirdi. Bahar hayata dokundu. Fısıltısı rüzgâra karıştı. Ağaçların gövdesine için için su yürüdü. Tomurcukların bir gecede patlaması, kuru dallara hayat dolması, akasyaların şehri aklaması, papatyaların kırlara yayılması, bahçelerin mora dönmesi, güllerin saltanatı çok yakın. Görmüyor musunuz, kirliliği giderek tescillenen bir dünyada yedi kez deprem görmüş badem ağacının bile pembe çiçeği siyah gövde üzerinde başkaldırdı. Demem o ki meyvesini, çiçeğini, gölgesini, güneşini, semeresini, bereketini bekleyerek vakit geçirmeye gerek yok. Emeği ortada, bahar çoktan başladı.

(ZAMAN)