Yönetmen İsmail Güneş'in vizyondaki filminin adı 'Ateşin Düştüğü Yer'. Güneş, vicdan olgusunu bir töre cinayeti üzerinden sorguluyor. Hastalanınca hamile olduğu anlaşılan 17 yaşındaki kız töre gereği öldürülecektir. Baba biricik kızıyla bir ölüm yolculuğuna çıkar.

'17 sene büyüttün, okşadın, sevdin. Hasta olunca varını yoğunu harcadın; sonra bu kadar yakınından birini öldürmeye hangi saiklerle, nasıl kendini ikna ettin?' İsmail Güneş'in perdeye fırlattığı temel soru bu.
Fakat arka planda bir başka sosyal motif var.
Kentleşme sürecinde örselenen Anadolu insanı.
Bir söyleşide, 'Kendinizi 'muhafazakar sanatçı' olarak tanımlar mısınız?' deniyor.
Yanıtı şöyle: 'Hayır, asla! Ben dindarım, muhafazakar değilim. İlk filmimden itibaren aykırı işler yaptım. Hiçbir zaman din ile çelişmedim. Ama 'muhafazakar dünya' ile hep bir meselem oldu. Muhafazakar kelimesi Ortodoks bir kavram. Neyi muhafaza edeceğiz?'
Gündemdeki 'muhafazakar sanat' tartışmasına verdiği yanıt ise çok çarpıcı!
'Bence muhafazakar sanat diye bir şey olmaz. Çünkü bir şeyi muhafaza ederek sanat üretemezsiniz. Bir taşı alıp muhafaza ettiğinizde sanat olmaz. Siz onu kıracaksınız, Rodin'in Musa'yı gördüğü gibi oradan bir heykel inşa edeceksiniz. Muhafazakarlığı yanlış anlayıp kullanıyorlar.'
Bu son günlerin en anlamlı tartışması. AK Parti ile sosyal bir dönüşüm yaşayan Türkiye toplumu muhafazakarlık kavramı üzerinden bir anlayış inşa etti. Bu dönüşümün siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal veçheleri birbiriyle ve ötekiyle üzerinde çok ciddi düşünülmesi gereken bir ilişki geliştirdi.
Bu ilişki yumağının kodlarını son derece serinkanlı ve sağduyulu analiz edenler ise İslamcı cenahtan çıkıyor ki hayırlısı da bu.
Akif Emre'nin Anadolu ve estetik üzerine gözlemleri, İhsan Eliaçık ve Mehmet Şevket Eygi gibi isimlerin küreselleşmeye entegre olan 'modern muhafazakar'lara yönelik eleştirileri ve son olarak Dücane Cündioğlu'nun son çıkışıyla pekişen bir itiraz demeti var.
Bu nedenle Antalya Film Festivali'nde elitist hatta ırkçı bir tavırla elenen 'Ateşin Düştüğü Yer' ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranmak gibi bir meselesi olmayan ve tam bu sebeple mutlaka izlenmesi gereken bir film.
Namuslu, vicdanlı, hakikatli, onurlu ve sorumlu insanın bu Kafkaesk dönüşüm karşısında susup oturması beklenemez.
Anlam binasının kolonları vicdan, kirişleri hakkaniyet olanlardır bu sosyal mezbelelik karşısında geleceği kurtaracak olan.
Bakın ısrarla Dücane Hoca'nın yazısını Simurg grubundan bulup sindire sindire okuyun diye yalvarıyorum.
 Bu toplumun vicdanlı, akıllı, onurlu, hakkaniyetli insanları; etnisitesi, mesleği, kimliği, cinsel kimliği, sosyal ve ekonomik statüsü ne olursa olsun bir an önce bir dil oluşturmalı.
O dil ötekini anlamaktır.
Yanlış olan ve giden bir süreçte Türkiye. Rakamlara, ekranlara, manşetlere yansımayan bir süreç bu. Sosyal, ahlaki, kültürel bir çöküştür.
Anadolu'nun Cumhuriyet modernleşmesine verdiği bin yıllık yanıt bu olmamalıydı.
Adeta TOKİ tarzı çirkin yapılaşmada kristalize olan bir bayağılık, görgüsüz bir doymak bilmezlik.
O binalarda yaşayıp, oturma odalarındaki ekranlarda avaz avaz nefret kusan insanları izleyen çocuklardan ne çıkar?
Kindar, sinsi, kapalı, itaatkar, çiğ, derinliksiz bireyler.
Buna itirazı olana reva görülen ise yeni torna tezgahları. Cumhuriyet modernleşmesi de bir torna tezgahıydı ama yongaları yok etmedi. Ana caddeler inşa ederken mahallenin ara sokaklarını korudu. Korumasa nefes alamazdı.
Dücane Hoca'nın sözüyle bitireyim.
Kimse yeni ana caddeler açtığı iddiasıyla bu ülkenin ara sokaklarını kapatma hakkını kendinde bulamaz! Bulmamalıdır. Bulamamalıdır.

(Akşam gazetesinden alınmıştır)