Bir şeyi dönüştürmekle o şeye dönüşmek arasında ince bir çizgi vardır. Tarihi bu açıdan incelemekte yarar var...

Başbakan’ın Hrant Dink davasında ortaya çıkan hayal kırıklığına karşı söylediği şu sözler, genel durumun izahı açısından da anlamlı: “Dink davası Ankara’nın derin dehlizlerinde kaybolmayacak...”

‘Ankara’nın derin dehlizlerinde kaybolmak’ ifadesi, Ankara’nın özünü resmeden ilginç bir aforizma olarak değerlendirilebilir. Başbakan ilk hükümet yıllarında Ankara’nın bürokratik havasından çok sıkıldığını anlatır, koşarak İstanbul’a dönmenin keyfini yaşadığını dile getirmeyi severdi. Şimdi ne düşünüyor, bu görüşlerini ve duygularını değiştirdi mi bilemiyorum…
Ankara’nın derin dehlizlerinde militarizm vardır, bürokratik baskıcı gelenek vardır, insanın ruhunu sıkan bir kaybolmuşluk, bir çaresizlik hissi vardır. Ankara ile İstanbul’un ilişkisi bu bağlamda hep tartışılmıştır. Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarında İstanbul basını, İstanbul entelijansiyası daha kendi başına buyruktur, daha liberal bir havayı yansıtır. Ankara ise itaatkârdır, boyun eğicidir. 1925’te yaşananlar bu açıdan anlamlıdır: 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu ile İstanbul basını ve muhalif aydınlar ağır baskılarla teslim alınmıştı. Artık o günden sonra bütün Türkiye Ankara’ydı.

Gerçekten de ‘Dink davası’ Ankara’nın derin dehlizlerinde kayboldu. Başbakan yeri iyi biliyor. Cinayet İstanbul’da işlendiği, dava İstanbul’da görüldüğü, tetikçiler Trabzon’dan geldiği halde, dava Ankara’nın derin dehlizlerinde içinden çıkılmaz hale geldi/getirildi.
Başbakan’ın ‘bu davanın gerçeği’ne dair bir farkındalığı var. Peki, bu farkındalığın gereği yerine getirildi mi?
‘Ankara’nın derin dehlizleri’, yalnızca Hrant Dink davası değil, AK Parti iktidarı açısından da derin soru işaretlerini içinde barındırıyor… Uludere katliamının üzerinden neredeyse bir ay geçti, hâlâ hükümetten inandırıcı bir ses çıkmadı. Başbakan “Gereğini yapacağız” diyor. Sonuç olarak TSK, kendi yurttaşlarını bombalayarak öldürdü. “Böylesine net bir olayın derinlere yönelerek soruşturulacak nasıl bir yanı olabilir ki?” diye de sorabilirsiniz tabii.
Mesele yalnızca Dink davası olsaydı, dehlizler bu kadar sisli ve derin bir hale gelmiş olmayabilirdi. Ancak son günlerde birbiri peşi sıra gelişen olaylar, dehlizleri gözümüzün içine sokan nitelikte. Uludere’de Genelkurmay Başkanı’nı sahiplenerek “Medyanın saldırılarına rağmen sana teşekkür ederim” diyen Başbakan, ‘Derin Kıbrıs’ın mimarı Denktaş’ın cenazesinde de adeta bir devlet gösterisi yaptı. Cumhurbaşkanı’yla, Başbakan’ıyla, Genelkurmay Başkanı’yla, bakanlarıyla devletin kendini gösterdiği bir cenazeye tanık olduk…

AK Parti, ‘Ankara’nın derin dehlizleriyle hesaplaşmak’ misyonuyla yola çıkmış, bu misyondan aldığı enerjiyle ilerlemiş, hâlâ da görüldüğü kadarıyla bu yönde iddia taşıyan bir oluşum. Ancak “Hesaplaşma sanki giderek bir kucaklaşmaya mı dönüşüyor” sorusunu soranların sayısı artıyor. Belki de derin dehlizler, AK Parti hükümetini sarıp sarmalıyor, bağrına basıyor.
‘AK Parti’nin militarizmle hesaplaşması’, Türkiye’nin derin kodlarının yerinden oynamasında, daha farklı, daha ileri bir devlet yapısına gidişte geçilmesi zorunlu bir koridordu. Ülkenin kaderini belirleyecek değişimler, ancak ordunun siyasetin dışına atılmasıyla birlikte başlatılabilirdi.

Bunların bir ölçüde başarıldığını hissetmeye başladığımız anda, başka bir riskle karşılaştık: AK Parti’nin “Ben devlet oldum” ruh haline girmesi riski... Şu sorunun üstünde durmayı sürdüreceğiz: “Devletin derin dehlizlerine nüfuz etme psikolojisi, AK Parti’yi ne yönde, ne oranda değiştiriyor?”

Başbakan da biliyor ki ‘Ankara’nın derin dehlizleri’ hâlâ bir iktidar labirenti olarak, kendi yönetim kültürüyle, kendi manyetik alanlarıyla yaşamını sürdürmekte ısrar ediyor.

Bir şeyi dönüştürmekle o şeye dönüşmek arasında ince bir çizgi vardır. Tarihi bu açıdan incelemekte yarar var… Ayrıca kendinizi bir labirentin en uzağında gördüğünüz an, bazen onun en ortasında kısılmış olduğunuz andır.