Eski işimden ayrılmış iş aramaya başlamıştım. 14 Kasım 2013’tü, Dünya Bülteni’nde editör aranıyormuş, görüşmeye gittim. Sonrasında birçok muhabbeti paylaşacağımız Ahmet abiyle bir görüşmemiz oldu, olumlu gibiydi. ‘Bence tamam’ dedi Ahmet abi, ‘bir de Akif Emre ile görüş o da tamam derse başlarsın birkaç güne.’ Bir ya da iki gün sonra gittim, kapısını tıklattım Akif abinin, girdim odasına, her yerde kitap vardı, kitaptan kalan boşlukta adım atacak yer bulup geçtim koltuğun birine oturdum. Niye gazeteci olmak istiyorsun dedi. Cevapladım. Orada başladı. İlk yazdığım haber hala aklımda.

Bir buçuk yıl çalıştım Akif Emre ile ne biliyorsam mesleğe dair ondan öğrendim. Bir kelimenin, bir şapkanın, bir virgülün aslında sadece kendilerinden ibaret olmadığını, yeri geldiğinde her birinin bir duruşu ifade edeceğini. Popüler olanın konuşulmaya değer olduğu yanılgısını kapının önünde bırakır öyle geçerdik bilgisayarlarımızın başına, çünkü bir derdi vardı onun, hepimizde olması gereken. Hakkı hak bilip hakkını teslim etmek derdi. Gündemin arasında kaybolmamak, hakkı da araya kaynatmamak derdi. Sesi duyulmayan mazlumun kısık da olsa sesi olabilme derdi. Şöhrete, makama, paraya ve güce teslim olmama, pirim vermeme derdi.

Vefat ettiğini okuduğum satırlar gözümün önünden gitmiyor, daha yeni bir başlangıç yapmıştı, dimağlarımızın susadığı özgün bir sesi medyaya daha yeni kavuşturmuştu. Sabah işe gittiğimden beri içimde bir sıkıntı vardı. Sıkıntı arttı, göğsüm daralmaya nefeslerim huzursuzluk solumaya başlamıştı. Anlam veremedim. Sonra gördüm vefat haberini. Kişi sevdiğiyle beraberdir, dünyanın bir ucunda da olsa böyledir. Bırakın beni, bizi, onu hiç tanımayanlar bile bir yakınını kaybetmişçesine acısını içinde hissetmiş Akif abinin.

Binlerce on binlerce söz söylendi bugün arkasından. Bir tane de kem söz eden çıkmaz mı? Çıkmadı işte. Bu her kula nasip olacak bir şey değil, hem de hiç değil. Can yakmadan, gönül yıkmadan, hak yemeden, çizgiyi bozmadan geçen koca bir ömür.

O kadar çok şey var ki onun arkasından söylenecek. Ama ne kadar söylense de az gelecek. Biri yaşayan Aliya imiş diye yazmış, ne kadar da doğru.

Aliya’nın Akif abide yeri ayrıydı. İsmini biri söyleyince yahut kendisi Aliya’dan bahsedince gözlerinin uzağa dalıp gitmesiyle hatırlıyorum Akif abiyi.

Soma faciası olmuştu, ertesi gün yazı işleri toplantısında gündem konuşuluyordu. Mesele Soma’ya gelince sesi titredi, gözleri doldu. Ben onu o haliyle hatırlıyorum.

Hepimizin iştahla üstüne atladığı, gündemin en popüler konularına, tartışmalarına ‘Buradan fikir çıkmaz’ diyerek yüz çevirmesiyle hatırlıyorum onu. Biz aldandık; iştahımıza, hevesimize, kalabalığın coşkusuna kapıldık. O haklıydı, o gün popüler olan her şeyin ne kadar yavan olduğunu, o tartışmalardan fikir değil fitne çıktığını gördük sonra.

Bilinir olmak değildi derdi.  Herkesin çıkmak için can attığı, en ünlü televizyon kanallarının canlı yayın tekliflerini bırakın kabul etmeyi, canlı yayın daveti için arayanların telefonlarını odasına bağlatmamasıyla hatırlıyorum onu.

Çalışkanlığıyla hatırlatıyorum, işe bazen herkesten erken gelip çoğunlukla herkesten sonra çıkmasıyla.

Sigara içmemize laf etmezdi ama arada bir keşke içmeseniz şunu der gibi bakardı. O bakışıyla hatırlıyorum.

İngiltere’ye gelmeden önce uzun uzun muhabbet etmiştik. Bana burada geçirdiği yıllardan bahsetmiş, gurbette yaşamaya dair tavsiyeler vermişti.

Bir yılı geçiyor, ziyaretine gitmiştim. Eline vardım, elini öptürmedi. Sarılıp kucaklaştık. Çaylarımızı içtik, muhabbetten sonra eyvallah deme zamanı gelmişti. Yine sarılıp kucaklaştık, kapıya geldi, ben gidesiye kadar diğer mesai arkadaşlarımla birlikte bekledi. Bilseydim son görüşmemiz bu olacaktı, birkaç saat daha yanında durmak, sohbetinden istifade etmek, duruşundan ibret almak için her şeyi ertelerdim.

Dedim ya ne çok şey öğretti Akif abi, yaşarken de yaşamaya veda ederken de. Hayırla yad edileceğimiz hayatlar nasip etsin bize Allah. Akif abiye de rahmetiyle muamele etsin. Kavuşmak ukbaya kaldı.