AK Parti'nin genel kongresinden bir gün sonra yayınlanıyor diye bu yazının günlük siyasete polemik malzemesi yapılmaması ricasıyla başlıyorum söze.


Zira bittecrübe biliyorum ki bu ülkeyi tımarhaneye çevirmek için habire fitne üretenler ne söylense, ne yazılsa onu, fesatlarına alet ediyor. Oysa meseleleri daha ilkeli, daha geniş ufuklu bir çerçevede tartışmak gerekiyor ki faydalı olsun. Acizane ben de onu deneyeceğim...


Türkiye'de bir 'kitle partisi' olmanın en önemli şartı, halkın taleplerinin gerisine düşmemektir. Vatandaş her alanda bir şeyler bekler: Ekonomide kalkınma ve eşitlik, siyasette demokratik ve özgürlükçü yaklaşımlar, sosyal hayatta birleştirici ve bütünleştirici bir rota... Bu beklentiyi kâğıda kaleme dök deseniz vatandaş bunu tastamam ifade edemeyebilir; ancak sezgisi bilgisinin üstesinden gelir ve reformist partileri, halkıyla kavga etmeyen yapıları, can-ı gönülden destekler. Kitle partisi ne zaman halkın beklentisini önemsemez, kendi başına buyruk hale gelirse o zaman film kopar. Peki, gücünü halktan alan herhangi bir parti niçin halka sırtını dönsün ki?


Sebebi çok; ancak birkaçına temasta fayda var sanırım. Sırtını millete dayayarak siyasete ilk adımı atan partiler bazen devlete dayanmayı millete yaslanmaya tercih edebilir. Milletin emanet olarak verdiği gücü, bizatihi kendi kudreti sanan siyasi partiler için çetin bir sınavdır bu süreç. Ancak iç dinamizmin kamuoyu denetimiyle el ele vererek çözebileceği bir süreç. Öteden beri çevre-merkez ilişkisi üzerine söylenen çatışmalar ve o çatışma sonrasındaki yeni iktidar biçimleri sosyolojinin ilgisini bu yüzden çekmektedir.


Siyaset halka daha özgürlükçü bir ufuk vaat ederek iktidara doğru yürür. Bu vaatlerde inandırıcı bir üslup kullanıyorsa; hele bir de biraz mesafe almışsa halk desteği artarak devam eder. Ne zaman reform vaatleri rafa kalkar ve statüko siyasete hakim olursa, o zaman siyasetle halk arasında uçurum oluşur/derinleşir. Ne kadar negatif propaganda yapılırsa yapılsın bir manada çok da önemli değil; çünkü partilerin akıbetini, dış etkenler değil, partilerin iç dinamiği belirler.


Türkiye'deki en reformist partileri bir çırpıda sayın deseniz herhalde merhum Menderes'le bütünleşen Demokrat Parti'yi (DP) listenin başında zikredersiniz. O partiden bugün eser yok. Neden? Çünkü DP'nin vârisleri "Yeter söz milletin!" demeyi unuttu ve 367 krizinde kapalı kapılar arkasında statüko ile uzlaşarak halka sırtını döndü.


Anavatan Partisi (ANAP), darbeci subayların kendi kurdukları bir partiyi işaret etmesine rağmen iktidar olmuştu. Turgut Özal, "Çağ atlamak" vaadiyle halkı ANAP'a davet etti. 'Dört eğilim'i bir çatı altında toplama düşüncesi halkla bütünleşme arzusundan başka bir şey değildi. Halk, darbecilere rağmen destek verdiği ANAP'tan haksızlık ve yolsuzluk dedikodularıyla uzaklaşmaya başlamıştı. Cumhuriyet tarihinin en reformist partilerinden biri olan ANAP'ı 2007 yılında bitiren, yine 367 krizi oldu. Coşkun bir lider, statükoyla işbirliği yaptığında iktidara yürüyeceğini sandı. O büyük partiden geriye tabela bile kalmadı adeta...


Bugüne gelirsek, AK Parti büyük reformlara imza attı. Büyük bir demokrasi mücadelesi verdi ve halk onu onca baskıya rağmen bağrına bastı. İyi de oldu; halk da kazançlı çıktı, demokrasi de. Neredeyse on yıldır iktidarda olması ve her seçimden büyüyerek çıkması 'AK Parti karşıtları'nı ümitsizliğe sevk etti; ediyor. Halbuki partilerin akıbeti her zaman aynıdır: Ya iktidar partisi temel hak ve özgürlükler konusunda halkın gerisine düşecek ya da bir başka siyasi yapı iktidardan daha inandırıcı bir tonla güçlü bir şarkı söyleyecek.


AK Parti dün önemli bir kongre yaptı. Hayırlı uğurlu olsun. Bu kongre sonrasında partinin Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK) gibi etkin organlarından bakanlıklara kadar pek çok mekanizma değişecek. Yeni kadroların bu partiye yeni bir heyecan katması, 'metal yorgunluk' istifhamını da ortadan kaldırabilir. Halkın tamamını kucaklayacak bir anlayışın tekrar ahdini yenilemesi gerekiyor ki yeni kongre, yeni açılımlar manasına gelsin. Sırtını devlete değil millete vererek buralara kadar gelen AK Parti'nin yeni bir reform haritası hazırlaması çok da zor değil. Hem kendi ruh kökünden uzaklaşmayacak hem herkesle yeniden kucaklaşacak hem de Türkiye'nin en az 20 yılını yeniden planlayacak. Çok kritik bir noktada parti; çünkü bu ülkenin insanı daha iyi bir Türkiye istiyor ve bu talep, yerden göğe kadar haklı gerekçelere dayanıyor.


Asker, medyadan daha demokrat çıktı


Balyoz davası sonrası medyanın verdiği duygusal tepkiler kimi zaman habercilik sınırlarını bile yerle bir ederken, Genelkurmay Başkanlığı hafta içinde bir açıklama yaptı. O kısa açıklama çok daha makul ve soğukkanlıydı. Genelkurmay, Balyoz kararı sonrasında sanık yakınlarının duyduğu üzüntüyü paylaştığını beyan ediyordu ve nihai hükmünü hukuka duyduğu güven ve saygı üzerine bina ediyordu. Bundan daha makul bir yaklaşım olabilir mi?


Herkes üzülüyor Balyoz sanıklarının aldığı cezaya. Ama yaşını başını almış, üstelik devletin önemli makamlarında vaktiyle görev yapmış insanların ceza almasına üzülmek başka şey; o üzüntüden yola çıkıp iddia edilen darbe teşebbüsünü aklayıp paklamak başka bir şey. Medya, bu ayrıntıyı ya bilmiyor ya da darbe suçundan mahkûm edilmiş kimselerle (o cezalar üst yargıya taşınacağından kesinleşmemiş olsa bile) ruhi bir bağ kuruyor. Balyoz davası sonuçlandıktan sonra medya, sanık yakınlarını ekranlara taşıdı. Olabilir. Ama bu kadar abartmaya gerek yoktu. Ne hukuk tarihi ne de medya arşivi sanık yakınlarının mağduriyeti üzerinden bu kadar haber yapıldığını görmedi. Uzadıkça uzadı yayınlar. Kanal kanal dolaşan sanık yakınlarını tanımayan kalmadı adeta. Tabii bazı meslektaşlarımız bunun üzerinden yazmadık bir şey bırakmadı. Yazılanlara, söylenenlere bakınca bazen insan, "Bu adamlar darbeyi hak ediyor. Asker bunlara az bile yapmış!" diyesi geliyor. Hele öteden beri kendini solcu diye tanıtan ya da sola yakın duran kimi 'aydınlar'ın darbecilikten ceza almış kişilere yaktığı ağıdı görünce, insanın onlarca yıldır süregelen maskeli ilişkileri anlamaması mümkün değil. Bazılarının darbe karşıtı gibi görünmesi sahte bir şova dayanıyor. Köklerinde, özlerinde vesayetçi bir rejim olan dar bir zümre askerin gölgesinden çıkmak istemiyor...


Darbeci askerler darbe sonrası eleştirilerden müşteki olduklarında hep "Bize gelip daha ne duruyorsunuz diyenler vardı.." şeklinde serzenişte bulundu. Doğru. Darbe yapmak büyük suçtur ama darbeye teşvik etmek de bir suç. Bugüne kadar askerleri darbe yapmaya ikna edenler hep sivil görünümlü kişilerdi. Kah işadamı sıfatıyla, kah gazeteci kimliğiyle askerleri kışkırtanlar şimdi ilk defa darbeciliğin hukuk karşısında hesap verdiğini gördüler ve eskiden kışkırttıkları kişilere sahip çıkma güdüsüyle hareket ediyorlar. O kadar ki Genelkurmay, basından daha demokrat; üstelik bir o kadar da hukuka saygılı bir tavır sergiliyor.


Hal böyle olunca tek bir çıkış yolu görüyor darbe sever 'aydın': Üst yargıya baskı yapmak. Maalesef konuya muhatap makamlar (Başta Adalet Bakanlığı olmak üzere) düşük profil çıkışlarla himayeleri altında bulunan adalet makamını rencide ediyor, meslektaşlarını koruyamıyor, belki de yanlışa ortak oluyor. Allah'tan darbe karşıtı büyük bir kitle var Türkiye'de. Ve defalarca darbe yaşamış bir ülkenin her ferdi darbe davalarını çok yakından takip ediyor...


PANORAMA


Bugün neredeyse bütün gazetelerin imza attığı bir bildiri yayınlandı. Diyor ki: Gazetelerin ürettiği muhtevanın tamamı gazetelere aittir. Bugüne kadar gazetelerden aldıkları haber, yorum, tasarım, grafik gibi unsurları tepe tepe kullanan bazı internet sitelerine ve TV kanallarına isyandır bu. Telif hakları için de önemli bir dönüm noktasıdır. Gazetelerin deklarasyonu hukuki platforma da taşınacak ve izinsiz kullanımlar (kaynak belirtiyor olsalar da) için zor günler başlayacak. Hayırlı olsun...


Hafta içinde bir tümamiral, Kemalettin Gür, mesleğine veda etti. Bir kısım medyanın telaşı(!) görülmeye değerdi. Güya komutan, Balyoz cezaları nedeniyle istifa etmiş. Canlı yayında ortalığı yakıp yıkan hanımefendi, kendi muhabirine bağlandı. Anlaşıldı ki mevzu istifa değil, emeklilik. Üstelik Balyoz kararından önce verilmiş bir dilekçe üzerine işlem yapılmış. 'Haber kanalı'nın umurunda değil. Nitekim grubun gazetesi de 'şok istifa' diye haber yaptı. Kısa süre önce genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları bile istifa etmiş, bir istikrarsızlık yaşanmamıştı. Ama konu Balyoz olunca...


Dani Rodrik, Amerika ve Avrupa'da yazı yazmadık dergi/gazete bırakmadı. AK Parti ve 'cemaat' hakkında sürekli olumsuz fikir beyan ediyor. Konu genelde Balyoz davası. Bu davanın 1 numaralı sanığı Çetin Doğan Paşa'nın damadı; ancak onu herkes Harvard'lı profesör diye tanıyor. Çok önemli bir darbe davasının 1 no'lu sanığının damadı sıfatıyla herhangi bir insan, hangi Batılı gazetenin kapısını çalsa, "conflict of interest" (çıkar çatışması) deyip kapılarını sonuna kadar kapatırlar. Bir başka kişi aynı durumda olsa, ondan bir cümle bile almazlar. Batı basını bazı ilişkiler söz konusu olunca meslek amentüsünü bile rafa kaldırıyor. İlginç değil mi?

(Zaman gazetesinden alınmıştır)