Elif’im, kızım!


Odasındayım. O'na, onun için değerli bir şeyler götürmek istiyorum. Hafızasını güçlendirmek için… Bilmiyorum; hayretler içindeyim; korkuyorum… Avucunun içi büyüklüğündeki ayıcığını arıyorum. Bizim kız günlüğünü bile açık bırakmış. An itibariyle sandalyesine oturdum. Okumamam gereken günlüğü, kızımın günlüğünü, yüreğimdeki yanardağa istinaden, okuyorum şimdi…


Selam günlük!


Bak, yine ben geldim. Elif neler anlatacak bir bilsen! Bilemedim ki bu gün nasıl olacaktı. Hayalimden bile geçiremezdim böyle bir günü…


Annemin çok değer verdiği bir insan, babamın da… Benim içinse, dünyamda bambaşka bir insan oluverdi… Bambaşka güzel! Annemden sonra en güzel!
İfade etmem mümkün değil… Lokum gibi, manken gibi... Örneğin, Çalıkuşu’nun Feride’si gibi: nazik ve kibar. Ses tonu bile dinlendiriyor insanı… Büyüklere sorsaydım, belki ‘Sır gibi, deniz gibi, şiir gibi bir bayan’ diyeceklerdi. Şüphesiz!… Derlerdi de…


Halen her şey gözümün önünde taptaze, ve ben yaşadığım her dakikamı unutamıyorum… Unutmadan yazmalıyım. Eeee günlük, şahidimsin. Duygularıma, yüreğime hatta şaşkınlıklarımla beraber gelen sevincime… Beni berhudar eden, olağan üstü bir güç bu! Haydi Elif, haydi! Yaz artık…Geri dön o anlara… Tamam, yazıyorum.

O, oturma odasında üçlü koltukta oturuyordu. Kahverengi rengindeki koltukta! Derisi dökülmüş, yamalı gibi duran... Bilakis, döküntülerin üzerinde, zemini açık eflatun olan, farklı renkte kumaşlardan yapılmış çiçeklerle işlenmiş, kocaman şirin mi şirin bir şal örtülüydü. Buğulanmış gözlerini saklayarak, başını sola çevirdi. Kalktı. Sonra şalın diğer yarısı göründü; o kısmı da resmen yaprak desenleriyle süslenmişti. Sessizce adımlarını attı. Bense sağında kitap okuyordum. Okuduğum kitabın sayfaları arasından, onu takibe aldım. Yine her zamanki gibi güzelliği üzerindeydi. Uzun ve siyah saçlarını toplamış, enseden topuz yapmıştı. Üzerinde, giymekten vaz geçmediği, kırmızı elbisesi vardı. Yakası göğüslerine kadar açıktı. Boynunda ise, yine ipek fuları bağlıydı. Tırnakları manikürlü, gözleri sürmeliydi. Büyüttüğü çiçeklerin yaprak özlerini alıp, kürler hazırlar, cildine özel bakım yapardı. Yüzü pürüzsüz ve parlaktı. Benim sütlü çikolatam gibi de rengi vardı... Şimdi yan odaya geçti.
Bir kaç dakika sonra, bir elinde antika dikiş makinası, diğerinde ise eski ve küçülmüş kıyafetlerle döndü. Makinasını sessizce açtı, ayarlarına baktı. Kendi kendine “Artık başlayabilirim.” dedi. Her nedense, gözünü hep köşedeki, tahtadan yapılmış, iki katlı oyuncak eve kaydırıyordu. Sonra, bu evin içinden bir bebek aldı. Tekrar yan odaya gitti. 30cm büyüklüğünde başka bir bebekle geri geldi. Bebeklerin boyunu, enini, kollarını, boynunu ve basenini ölçtü. Makinanın yanındaki kağıtlara not etti. Ardından, getirdiği kıyafetleri masanın üzerine koydu. Makası aldı ve ölçüleri kullanarak, o kıyafetleri kesip biçti. İki bebeğe de etek, buluz, manto ve şapka yaptı, çorap dikti. İkisine de sıkı iğne ile tığda ayakkabı yaptı. Mantoların kemerini de ince ipek kurdeleden... Eteklerin ucuna tül ekledi. Sonra, rengarenk oya boncuklarından mantoların üzerine nakış döşedi. Hayranlıkla izledim. Her başını kaldırışında, oyuncak evi süzüyor; hem tebessüm ediyor hem de gözlerini ovalamayı eksik etmiyordu. Kalp atışlarını duyar gibiydim. Heyecan içindeydi. Bir çocuk gibiydi... Birden mırıldanmaya başladı. Yavaşça, hatta neredeyse hiç çaktırmadan ona doğru yaklaştım, koltuğun diğer ucuna kaydım. ‘Kul Mehmet'im der ki’ türküsünü söylüyordu. Ne kadar güzel sesi vardı, sanatçıları kesin terletirdi.

Yardan ayrılalı derdim çoğaldı
Bağrım yanık daim o dosttan yana
Hasretle fırkatle derdim çoğaldı
Çaresiz kalmışım o dosttan yana
Aman nazar edin benim halıma
Ayrılığın kuşu kondu dalıma
Ayırdılar hasret kaldım yarıma
Haber bekler ...


Ve benim dinlediğimi farkedince, sesini kıstı. Resmen bir çocuk gibi, utandı ve söylemeyi bıraktı. Oturduğum koltuktan kalkıp, “Leyla Teyze'ciğim, ben de yardım etmek isterim.” dedim. Başını salladı, ‘teşekkür ederim, sağol’ der gibi. Sonra bana: “Rica etsem, o güzel sesinle, ‘Sus da Leylam duymasınlar’, türküsünü söyler misin?’’ dedi. Ben öylece kalmıştım! O'nun gizli dünyasındaymışım gibi hissettim. Leyla Teyze yerinden kalktı, mutfağa gitti. Beş dakika sonra, elinde tepsi; iki tabak iki de çayla döndü. Tabağın birinde su böreği, diğerinde ise gofretler vardı. Sehbahanın üzerine koydu. Koltuğa oturdu ve “Haydi kızım, oku türküyü, lütfen.” dedi. Okumaya başladım. Pencereye yaslanıp dinledi. Yağmur da yağıyordu. Ellerinin terlediğini bile fark etmiyordu. Yanakları pespembe olmuştu. Bana "Bu türkü Kerim'in en sevdiği türkü, askerdeyken telefonda okurdu. Sesi yettiğince!..." dedi. Masaya uzandı, bir peçete aldı. Boncuk olmuş gözyaşlarını sildi. Ben durunca “Lütfen kızım devam et.” dedi. O ağlarken, ben de görmezcesine, okumaya devam ettim. Türkü bitince, başımdan öptü. Ben iki büklüm olmuş, halen koltukta oturuyordum. Nasıl bir tepki vermem gerektiğini bilemedim. Sonra, ellerini elimin üstüne koydu ve dedi ki: “Yağmur yağdığında ıslaklığı hissetmem bile. Toprağın, kalmış olan bir parça toprağın, kokusu gelir burnuma...Mis gibi çekerim. Gözlerim ıslandığında tüm dünya boğuluyor sanırım. Toprağı değil, aldığım nefesi bile bilmem. Sevmek, güvenmek, bir teşekkür ve tebessüm kadar güzel duygular olamaz. Yokluk içinde dahi!... Hayatına anlam katanların yokluğunda bile... Biz, nedense inadına, yokluğu hiç kabullenmeden yaşarız... Yaşamaya çalışırız. Şimdi, çoskun akan sele dönmüş gibi olsamda, sen bakma bana, hayat yine de güzel..." Konuşurken, ruhen başka yerde gibiydi. Ağlayan hanım gitmiş, gözlerinin içi gülen biri gelmişti. Sürmesi gözlerinin altına akmış, gözyaşlarının aktığı yerler yol olmuştu. Özlemin yolu, hasretin yolu olmalıydı... Sonra, sustu ve derin bir iç çekti. “Yüzümü yıkayıp geleyim.” dedi. Ayağa kalktığı sırada, ben de bardaktaki çayı tepsiye kazayla devirdim. Utandım, nar gibi oldum, sanki ateşim yükseldi birden. İçimden, kendimce kaçacak mekân aradım. Ben özür dilerken, O mutfaktan bez almış gelmişti bile. “Üzülme giden çay olsun, daha bir çaydanlık çayımız var mutfakta.” dedi, teselli etti. Fazla geçmedi, çayları yeniledik ve nihayetinde, kalkmak için müsade istedim. Annem, gelmiş olmalıydı. İkramlar için teşekkür ettikten sonra çıktım. Arada bir uğrardım Leyla Teyze'ye. Apartmanda alt komşumuzdu, lakin daha önce hiç böyle bir şeye şahit olmamıştım. Değişik, sırlar ötesi, efsane gibi bir Leyla Teyze idi bu günkü ...Eve geçtim. O'nu bebekleri ile bıraktım. Giydirmesi, bakması ve süslemesi için.

Anneme sordum, Leyla Teyze'nin yarı sevgi yarı hüzün ve özlem dolu ruh halini. Annem, “Uzun hikaye.” dedi, yine de anlattı. Aslında, Leyla Teyze annemin yıllardır arkadaşı. Eşiyle de üniversiteden arkadaşlarmış.

Annem:
-Demek ki bu gün yağan yağmura dayanamamış. Yağmurlu günler, ona iyi gelmez. Kerim'i ve bebeğini hatırlar, dedi.

 

Tekrar sordum:
-Peki neden anneciğim? Neden?

 

Annem:
-Önce ben, üç gün sonra da Leyla, aynı hastanede doğuma girdik. Beş gün aralıksız yağmur yağdı. Kerim şehit düşünce kaldıramadı. Kara sevdaydı bizimkilerin sevdası. Benim hamileliğim de hiç iyi geçmemişti, hatta doğumumun tehlikeli olabileceği, her an her şeye hazır olmamız gerektiği söylenmişti. Leyla, zaten yetim ve öksüzdü, onun tüm ailesi bizdik; sadece arkadaşları!… Aslında, hamileliği iyi geçmişti. Kerim’in yokluğu dışında sorun olmamıştı. Sonra tutturdu, 'bakamam' diye ve evlatlık verilmesi için işlemleri yaptırdı. Doğumdan sonra bakamayacağını, bebeğinin sevgi dolu bir ailede, anne ve baba ile büyümesini istedi. Yalnız bir dilekte bulundu, kızının adının değişmemesi idi. “Etme, yardımcı oluruz.” demiş olmamıza rağmen, bildiğinden şaşmadı. Ben üç günlük doğum sancısından sonra kendimi yatakta, ameliyathaneden çıkmış buldum. Seni de, hazır olduğumda görebileceğimi söylemişlerdi. Leyla evine yalnız, biz de senle döndük, tam dört gün sonra. Fakat annem, aniden hüngür ağlamaya başladı. Babam birden odaya girdi, “Neden ağlıyorsun Sevdam, ne oldu?” dedi. Annem ‘gözleriyle yetiş dercesine’ babama bakıyordu.

 

Anne, “Bebeğin adı ne idi?” dedim.
-“Elif” dedi…


Babam, annemi kucakladı ve yatağına götürdü… Kafam karıştı; binlerce soru vardı belleğimde…
Yarını dört gözle bekliyorum! Annem de iyi olur umarım! O’nu çok seviyorum. Annelerin bir tanesi…


Günlüğüm, annemin bir şiiriyle, bu güne veda ediyorum. Yarını, ama yarını gerçekten çok merak ediyorum…


YANMAYA GÖR
Özlemek dediğin nedir ki,
Yanmaya gör.
Yanan senden öte onu da gör.
Ne Kerem'e kaldı ne Aslı'ya,
Hiç kalır mı bizim gibi iki canlıya
Yurdundan ayrı, yuvasından ayrı varlığa...
Adına bazı sevda, bazı aşk yazdılar...
Ne anladılar ne kandılar...
Özlemek ne kelime, bilene...
Yanmaya gör.

Elif Kuzu
2 Mayıs 2020

Gözlerim değil içim ağlıyordu. Sesim değil nefesim titriyordu. “Acaba?” dedim. "ACABA?" Leyla yanındaydı… Bense günlüğünün içinde kaybolmuş, belki de kaybetmek üzere olduğum, yoğun bakımdaki kızımı arıyordum.