Kızım, Elif’im ölmek üzere! İyileşsin istiyorum...

Oğuz bana telefonda sadece Elif’imizin hastaneye kaldırıldığını; Leyla ve Sudenaz’ın da orada olduğunu,hatta doktorların Elif’in kimseyi tanıyamadığını söylemişti. Elif 17 yıldır ayıcığı olmadan yatmazdı; işte o yüzden istemiştik ya ayıcığı biz de. Bizimkisi sadece bir umut kapısı... oysa okuduğum günlüğünden başına birşey düştüğünü anlamıştım da haberimiz yoktu. Oğuz’umun, “Sevdam, çabuk gel. Gecikme... Hastanede buluşalım.” derkenki dalgalanan sesi halen kulağımda... O ses ki, ben Eylem’i, ‘Sevdam’ diye çağıran... Benim yersiz kıskançlıklarıma, alınganlıklarıma yıllardır ses çıkarmayan; beni zerre kadar incitmemiş, aşk dolu; ölümden dönerken bile benle yaşayan Oğuz’umun sesi... Şimdi ise merak içinde, ne olduğunu tam bilmeden, kızımızın can derdi davamız olmuştu. Halbuki, iki aydır baş ağrısı olduğunu söylüyordu. Dengesinin normal olmadığını da...“Basketbol oynarken basketi çok kaçırıyorum; bir türlü dengemi sağlayamıyorum.” deyip, tebessümle bizleri geçiştirdiği de oluyordu.

Hastaneye geldim. Acil bölümünde Elif’in kimlik detaylarını verdim, ardından bir yetkili bey bizi karşıladı. “Lütfen benimle geliniz.” dedi. Yoğun bakım bölümüne geçtik. Sonra bizi özel bir odaya aldılar. Burada, kendimizi evimizde gibi görüp; kahve, çay, tost ve hazır çorbadan çekinmeden almamızı rica ettiler. Doktorun birazdan bize bilgi vermek için uğrayacağını da ifade ettiler. Bu bey, sonra müsade isteyip odadan çıktı. Odada ise altı adet açık mavi deri koltuk, ortada bir sehba vardı. Sehbahanın üstünde, kase içinde şeker gibi çikolatalar ve açık bir kutu mendil vardı. Duvar kenarında bir tezgah, üzerinde mikrodalga fırın (microwave), elektrikli çaydanlık; altında ise mini buzdolabı vardı. Televizyon ve telefon ise duvara montajlıydı, iki de mutfak dolabı. Etraf çok sessizdi. Hijyen ve temizlik mükemmeldi. Ellerimizi yıkadık. Aslı’nın yaptığı kahveleri içerken elimin titrediğini fark ettim. Birden Leyla ile Sudenaz geldi. Ağlaya ağlaya sarıldık birbirimize. Koro halinde ağlıyorduk resmen. Ağlaşırken odaya giren Oğuz “Ne oluyor size?” deyip, bize ciddiyetle baktı. Daha ortada birşey olmadığını, güçlü olmamız gerektiğini hatırlattı. Belli ki doğumdan geliyordu. Üzerinde halen önlüğü ve diğer forması vardı. Mesaisinin bitmesine az kalmıştı. Tekrar kibarca, ama sesini birazcık yükseltip “20 dakikaya burada olurum.” deyip gitti.

Hemşireler aralıklarla gelip gitti. Bir ihtiyacımız olup olmadığını sordular her defasında da. Henüz Elif’i görmemize de izin yoktu. Bekledik, seneler gibi geçen o dakikaları. Vakit öyle ağır mı olurdu? Nefes almak bile yük ekliyordu ağırlığıma... Çaresizdim... Sonra hemşire ile Oğuz geldi. Hemşire, “Şu an için birşey diyemiyoruz. Bulunduğumuz süreç çok kritik. Beklemeliyiz.” dedikten sonra, benimle Oğuz’u yan kapıdan diğer odaya aldı. “Doktor bey birazdan burada olur.” diyordu ki hemşire, doktor geldi. El sıkıştık. Sözde sohbet etmeye çalıştı Oğuz’la, sonuçta meslektaşı sayılırdı... Doktordu ve ikisi de aynı hastanede çalışıyorlardı. “Hidrosefali teşhisini koyduk kızınıza. Kesinliğini birazdan öğreniriz.” derken, Oğuz renk değiştirir gibi oldu. Doktor, beyin cerrahı idi. Ona : “Rica etsem biraz açıklar mısınız?” dedim. “Elif’in beyin MR (İngiltere’de Magnetic resonance imaging (MRI) olarak geçer) görüntüsü alındı ve tomografisi yapıldı. Kan testleri de yapıldı. Birazdan sonuçlar elimizde olur. Onun hakkında soracağım sorulara net cevap verirseniz, belki görmediğimiz bir şey varsa onları da değerlendirmeye alabiliriz.” deyip konuşmasına devam etti. Elif’in denge üzerine yaptığı şakasının şaka olmadığını, baş ağrılarının normal baş ağrısından farklı olduğunu, arada bir yemeğin dokunmasını bahane ederek kusmalarını, hatta uyku düzeninin bozulmasının tüm nedenleri Hidrosefali denen hastalıktı. Bunu doktor da, ben de Oğuz da biliyorduk artık... Kesin tedavisi olmayan, üzerinde yeterince araştırma bile yapılmamış olan bir hastalıktı. Genetik mi, travma mı onu doktor söylecekti. Geç kalındığında ölümcül bir hastalık; yaşasa bile sakat kalma ihtimali yüksek olan.... Doktor elimden tuttu ve: “Emin olun bayan Kuzu, elimizden geleni yapıyoruz; yapacağımızdan da şüpheniz olmasın.” dedi. Söylerken, gözleriyle hem bana hem de Oğuz’a bakıyordu. Kapı vuruldu, içeri giren hemşire yavaşça kulağına bir şeyler fısıldadı. Doktor özür dileyerek, “müsadenizi rica edeceğim, birazdan dönerim.” deyip ayrıldı odadan.

Oğuz tuttu elimden, kavradı belimi ve sıkıca sarıldı bana. Dilini yutmuş gibi sessiz kalan ben, cansız gibi bedenimi Oğuz’a teslim etmiştim. “Sevdam, Elif’imizin beyninde su toplanmış. Beyindeki su odacıkları belki tıkanmış olabilir. Geç kalınmadıysa şant takabilirler. Yani beyin ameliyatı olabilir. Geç kalınmadıysa ...” deyip daha bir sarıldı. “İçimden beyin cerrahı sen değilsin, sus!” demek geldi, hem de haykırırcasına... Birden canımın yandığını hissettim. Korku basmıştı; nefes alamaz gibi oldum. “Oğuz” diye bağırdım; kendine geldi. Tekrar sarıldı; koklar gibi öptü beni. Sonra çıktı gitti odadan. İki dakikaya kalmadan döndü. Belli ki elini yüzünü yıkamaya gitmişti. O da yıpranmıştı. Sözde güçlü olmaya çalışıyordu... Artık değildi... “Sevdam, Aslı’ya bu kadar detaylı anlatmayalım. O henüz küçük, kaldıramaz...” derken, aynı doktor içeri girdi. “Sayın bay ve bayan Kuzu, tahminlerim gibi çıktı sonuçlar. Kızınıza derhal müdahale etmek durumundayız. Hazır olur olmaz beyin ameliyatına alacağız, gerekirse şant takacağız. Bunun için sizden izin formunu doldurup imzalamanızı rica edeceğim.” dedi. Sonuçta, ölmesi, sakat kalması ya da hayatı boyunca şantlı yaşaması gerekebilirdi. Nitekim, normal bir yaşantıdan uzak bir hayata merhaba diyecekti, diyebilirse eğer. Belgeleri Oğuz okudu, ikimiz de imzaladık... Sonuç kabulümüzdü... Dağlardaki karlar eridi, kuzey kutbundaki buzlar sel oldu içimde... Öylesine içimden bir şeyler akıp gitti, sadece olmayan alevleri yutkundum... Doktor bey elimizi sıktı ve çıktı odadan... Belli ki Elif’e koşuyordu, biz geri geri sayarken şu odacıkta...

Nedense Elif’imin Leyla ile Metin’in düğününde yaptığı Özbek dansı gözümün önüne geldi aniden. Güldüm, hem de yüksek sesle! Elif, Leyla’ya süpriz olsun diye iki hafta özel dans almış; Metin’le de ‘Şu Fırat’ın suyu akar’ türküsünü çalışmıştı. Zaten Leyla’yı da sazı ve sözleriyle mest edip, evlenmemiş miydi Metin? Şimdi ise, sanki o dansı ben yapıyordum Elif’le. Karşımdaydı. O da ben de kendi etrafımızda daire gibi dönüp tebessüm ediyorduk kendimizce, çevremizdekilere. Parmaklarımızı tıklatıp sesler çıkarıyorduk. Gülüyordum, hatta seslice. Sonra döndük, döndük ve yine döndük; dansa eşlik eden ‘Yusuf ile Züleyha Türküsü’ bitene kadar döndük. Uyandığımda sabah olmuştu. Kendimi hastanenin yataklarında, sağ elimi Oğuz’un elleri arasında, sol elime de serumu takılı buldum. Bana Arguvan türküsünü söylüyordu Oğuz. Sesi güzel değildi ama, sevdiğim türküyü söylüyordu. Tek kişilik özel odadaydım. Uyandığımı farkedince, sustu ve tebessüm ederek “Sevdam, günaydın!” dedi. Sonra öptü parmaklarımdan. Hatta okşar gibi, elimden öptü ve: “Dün akşam bayıldın, sana sakinleştirici verildi. Yeterince morfini yedin haberin olsun. Nasılsın şimdi, halen uçuyor musun?” deyip espirisini de yaptı. “Sana iki güzel haberim var. Hazır mısın? Ama önce Elif’e bakalım” derken, ben “Elif nasıl ?” demiştim bile. Onun konuşmasını bitirmeden yine konuşmuştum. “Senin çıkışını yapsınlar beraber gideriz yanına.” dedi. Sonra unutttuk ikimiz de. Diğer haber neydi?

Çıkışım yapıldı fakat Oğuz beni tekerlekli sandalyeyle Elif’in olduğu bölüme götürdü. Aslı evdeydi. Metin ve Leyla’ya emanetti. Sudenaz da arkadaşı... Kimsecikler yoktu! Yine bizi o özel odaya aldılar. Hemşirelerin biri geldi diğeri gitti. Bayram gibi hizmet, servis ve güleryüz vardı, tüm soğuk havanın hakim olmasına rağmen... Baş hemşire yanımıza geldi. Önce ameliyatın nasıl geçtiğini anlattı. “Sonuçları bilmiyoruz, zor bir ameliyattı. Elif’in hayatta olması gerçekten mutluluk verici. Sizlerden ricam gözünü açtığında, eğer sizi tanımazsa endişe etmemeniz. Ona mutlu anlar lazım. Henüz tam uyanık olamadı ama, görmek isterseniz beş dakika ziyaret edebilirsiniz.”dedi. Sandalyeyle götürdü beni Oğuz. Elif, boynunda kablolar ve başında sargı bezleri ile resmen büyümüştü. Parmağında nabzını ölçen bir makina ve göğsünde de kalp atışlarını monitora bağlayan kablolar vardı. Ekranda görünüyordu her şey; kalbi tık tık atıyordu.. Vakit bittiği için ayrılmamız lazımdı... Tek bildiğimiz hayattaydı... Biz çıkarken, hemşireler sıra halinde durmuş 70’lerindeki beyaz tenli, saçları kazılı, yeşil gözlü bir beyi alkışlıyorlardı. Beyefendi, elinde bir demet çiçek ile teşekkür anlamında başını eğerek alkış tutanlara selam veriyordu. Biz de bekledik. Yanımızdan geçerken biz de selamlaştık, tebessüm ettik. “Ne oldu?” dedim, alkış tutanlardan birine. Cevaplayan sağlıkçı ise: “Yoğun bakımdan sağ çıkan pek olmaz, hastanın hayata dönüp evine gidişi içindi tüm alkış. Mutluluğunu paylaştık. Bu mutluluğu, ayakta alkışlarız bizler.” dedi. Oğuz’un bayana kaş göz işareti yaptığını gördüm sanki... Görmemezlikten geldim. Aslında o alkış, o beyefendinin ayakta kalabildiği ve hayata tutunabildiği içindi yani... Biz de o alkışı tutabilecek miydik?