Selanik’e arabamla geldim. 34 plaka ile dolanıp duruyorum şehirde. Fark ettim ki Türkiye’ye oranla çok daha az korna yiyorum.

Bir akşam, çok komik bir şey başıma geldi. Bizim Türkçe Yunanca seminerinin yapıldığı otelin önünde trafiği felç ettim. Girilmez bir sokakta öyle zırva bir manevra yaptım ki kimse kıpırdayamaz hale geldi. Ben çabaladıkça durum iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı.

Arabalardan birinden biri inip yanıma geldi. Tamam dedim, sopa geliyor.. Az sonra daha yeni yeni yumuşamış Türk Yunan ilişkileri fena halde sekteye uğrayacak! Birbirimize gireceğiz, karakola düşeceğiz, gazeteler yazacak, konsolosluk belki ilgilenmek zorunda kalacak sonra çirkin çirkin şeyler olacak falan filan...

Meğer öyle değilmiş. Adam keskin bir Yunan aksanıyla “yardım edebilir miyim?” dedi.

Türkçe!

Hem trafiği felç etmiş olmamın utancı hem de sokakta gayet güzel bir Türkçe duymanın şaşkınlığıyla “Aa ne şirin, Türkçe konuşuyorsunuz ha? Ehem öhöm” diye gevelemeye başladım.

Derken öbür arabadan da indi birisi ve o da şöyle dedi: “Bir şey sormak istiyorsanız bana sorabilirsiniz!”

Yine Türkçe!

Haydaaa! Gece yarısı Selanik’in göbeğinde Türkçe Olimpiyatı!

Birbirini tanımayan iki kişi aynı anda bana Türkçe yardım etmek istiyor!

Üstelik ben onların dilini öğrenmeye çalışırken.

*


Benim çocukluğum yabancı bir ülkede geçti. Sınıfta benden başka da yabancı çocuk vardı. Öğretmen bazen herkesin kendi dilinde bir şarkı söylemesini isterdi.

Tam olarak nedenini bilmiyorum ama galiba Türkçe onlara en yabancı gelen dildi. Ben şarkı söylerken katıla katıla gülerlerdi. Bu aynı zamanda benim berbat şarkı söylememden de kaynaklanıyor olabilir, tam olarak emin değilim. Fakat annemle aramda konuştuğum zaman “ay ne kadar komik bir diliniz var” diyen yetişkinler de çıkardı. Kuzey Avrupalı öküzlüğü böyle bir şey.

Herhalde böyle bir geçmişten geldiğim için kendi dilimin Türkiye dışında öğrenilmeye çalışılmasına hâlâ alışamadım.

*


Seminerde 40 kişiyiz. 20’si Yunan. Çılgınlar gibi Türkçe öğrenmeye çalışıyorlar. Teneffüslerde bir araya geldiğimiz zaman birbirimize dillerimizin zorluğundan şikâyet ediyoruz.

Bir haftadır şöyle sorulara cevap veriyorum: “Etmek fiili, ediyorum olurken o T, neden D’ye dönüşüyor? Neden etiyorum, gitiyorum değil?”

“E çünkü ses yumuşaması oluyor”

“Ama ötmek fiili öyle olmuyor! Neden ötüyorum diye kalıyor de ödüyorum olmuyor?”

“Eee... öööö... O zaman başka manaya geliyor.”

“Peki patlamak fiili patlıyorum olurken o a neden ı’ya dönüşüyor?

“Niye yapıyordular değil de yapıyorlardı?”

Niye şu bu oluyor, niye bu o oluyor da şu olmuyor...

Bir haftadır, en yapamayacağım mesleğin dil öğretmek olduğunu anladım. Tandem arkadaşım bana niye böyle niye böyle dedikçe içime fenalık geliyor. Tabii ben de ona aynısını yapabilirim ama biliyorum ki dil öğrenirken 1. kural: kabul etmek. Sorgulamayacaksın. Öyle kalıp kalıp kafana sokacaksın.

Dimitri adında 60 yaşında bir tandem arkadaşım var. Bana her gün 6-7 sayfalık yazılar getiriyor. Düzeltip geri veriyorum. Çok eğlenceli yazıyor.Türkçeyi kendi kendine internetten öğrenmiş. Emeklilik hayatını şenlendirmek için yeni bir dil öğrenmeye karar vermiş, Rusça mı olsun Türkçe mi olsun diye düşünürken bakmış internette daha çok Türkçe öğretme sitesi var, Türkçeye başlamış. İki yıldır kendi kendine çalışırken bu bizim seminere katılıyor. Ama herkesten daha iyi Türkçe konuşuyor.

Nazım Hikmet’in dediği gibi: “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/ yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,/ hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,/ ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,/ yaşamak yani ağır bastığından...

(Vatan gazetesinden alınmıştır)