MADEM 28 Şubat konuşuyoruz, konuşalım o zaman.


Önce kaba bir ayrım yapayım. Kasım 1996’da Refahyol hükümetine karşı asker hareketlenmeye başlayınca, Türkiye sanıldığı gibi ikiye bölünmedi. Aslında üçe bölündü.

Bir tarafta, askerin darbe dahil her türlü yolu kullanarak Türkiye’yi Refahyol’dan kurtarmasını isteyenler, bunu açık açık söyleyenler vardı. Medyada da vardı böyle düşünenler, siyaset dünyasında da, sözde ‘sivil’ toplum içinde de...
Onların karşısında, çok da sesi çıkamayan ama varlıklarını da koruyan demokrasi yanlıları, yani askerin hiçbir şart altında bu işlere karışmaması gerektiğini söyleyenler vardı. Evet, merkez medya dahil medyada da vardı bu görüşü dile getirenler, siyaset dünyasında da, ‘sivil’ toplum içinde de...

Ve bir de üçüncü kesim vardı, ki sanıyorum en çok onlar belirleyici oldu, askerin 12 Eylülvari bir darbe yapmasından, ‘irticanın kökü kazınana kadar’ iktidarı sivillere devretmemesinden, bir çeşit Baasçı rejimin oluşmasından, çok kan akmasından korkup, ‘Refahyol gitsin ama parlamento açık kalsın, asker darbe yapmasın’ diyenler. Bunlardan da medyada çok kişi vardı, siyaset dünyasında çok kişi vardı, az sayıda ‘sivil’ toplum örgütü de bu görüşteydi.
Dedim ya, esas belirleyici rolü bu üçüncü kesim oynadı diye... Gelin biraz bu kesim neden böyle düşündü sorusuna cevap arayalım.

Ama bu cevabı bulmak için başka bir soruyu sormalıyız: Asker 28 Şubat’ta hükümet istifa etmese gerçekten darbe yapacak mıydı? Yoksa, ‘Darbe yaparım haa’ diye korkutarak bir görüş oluşturmaya, hükümeti istifaya zorlayacak etkili kamuoyu yaratmaya mı çalışıyordu?

İkinci kesim, yani askerin müdahalesine kategorik olarak karşı çıkan kesim, Türkiye’de bir askeri darbenin olamayacağını savunuyordu. Bu savunuyu yaparken de, bir yandan uluslararası konjonktürün darbeye izin vermeyeceğini, bir yandan da ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durumun ise zaten darbeye imkan yaratmadığını söylüyorlardı. Bunlar güçlü argümanlardı.
Ama öte yandan üçüncü kesimdekiler de, askeri darbe geçmişimizden hareketle pozisyonlarını savunuyorlardı. (İlginçtir, 28 Şubat sonrası çoğu Refah Partili, darbe tehdidinin bir blöf değil gerçek olduğunu söyledi.)
Asker blöf mü yapıyordu? Bu sorunun cevabını hiçbir zaman bilemeyeceğiz, daha doğrusu bu konuda söylenecek her şey bu aşamada spekülatif  kalmaya mahkum.

Bir ihtimal, Ankara savcılığı yaptığı soruşturma sonucu bu sorunun cevabını netleştirebilir. Benim de bildiğim, ki dün de yazdım, aralarında bazı kuvvet komutanlarının da olduğu bir şahin grup, darbe yapılmasını, yönetime uzun süreliğine el konulmasınu istiyor, bu yönde çalışıyordu. Ama buna karşılık Genelkurmay Başkanı ve karargahının bir bölümü, klasik bir darbe yerine ‘postmodern’ darbe ile hükümetin istifasının sağlanması peşindeydi.
Üçüncü kesim diye anlattığım kesim açısından durum çok kötü aslında. Çünkü yapılan ölüm korkusuyla sıtmaya razı olmaktan farklı değil.


28 Şubat’la hesaplaşma neden gecikti?


DEMOKRATİK rejimin işleyişine ciddi bir müdahale olmuş, darbe girişimleri yapılmış ama biz bu durumla hukuki anlamda hesaplaşmamızı ancak aradan 14 yıl geçtikten sonra yapabiliyoruz.
Üstelik bu 14 yılda, ne ilgili yasalarda ne de hukuki süreçlerin yönetiminde bir değişiklik yapılmış. Yani, ceza yasası maddeleri ve istenen cezalar 28 Şubat’ın ertesi gününden çok da farklı değil.
Peki neden bir savcının bu işe el atması bu kadar gecikti?
Burada iki şey çok önemli. Birincisi, Necmettin Erbakan’ın itifasının ardından kurulan Cumhuriyet hükümetlerinin hiçbiri, bugünkü hükümet dahil, bu soruşturmanın yapılması için bir girişimde bulunmadı, aktif bilgi sağlayıcı olmadı. İkincisi, aradan geçen 14 yılda bırakın adli soruşturmayı bir Meclis araştırması bile yapılmadı bu konuda, zaman zaman araştırma önergeleri verildiyse bile bunlar hep ‘demokrasinin kalbi’ olması gereken Meclis’te reddedildi.
Bu kadar gecikmenin ardından yargı süreçlerinin başlamasını, genel olarak toplumda ve dolayısıyla yargıdaki özgüven artışına, demokrasi anlayışının gelişmesine bağlamak belki de en doğrusu.
Geçmişi yargılarken hemen hemen hiçbirimizin bugün sahip olduğu anlayışta olmadığını hatırlamakta fayda var.


Hükümet bu sefer bilgi paylaşsın...


GEREK Ergenekon ve Balyoz, gerekse internet andıcı davalarıyla ilgili hükümete yönelttiğim bir eleştirim var.
Hükümet, evet bu davaları destekliyor, savcıların rahat çalışabilmesi için, polisin soruşturmaya ağırlık vermesi için gerekenleri yapıyor ama kendisi aktif olarak bu davalara bilgi sağlamıyor. Örneğin Başbakanlık Teftiş Kurulu’nu devreye sokup araştırma ve soruşturma yaptırtmıyor.

Umuyorum ki bu durum 28 Şubat soruşturmasında değişsin. Hükümet, kendi soruşturma ve araştırma yapma gücünü kullanarak arşivlerdeki belgelere ulaşsın, bunları savcıya versin.

Bu kez bu yardım yapılsın. Yapılsın ki, 28 Şubat soruşturması daha güçlü olsun, daha az muğlak olsun, bunda kurunun yanında yaş yanmasın.

(Hürriyet)