Bu tarih başka milletler için belki sıradan bir tarih, Nisan’ın 23 ise sıradan bir gündür. Fakat bizim için bir asırdır devam eden ve asırlarca devam edecek olan bir kurtuluş destanıdır... Bu sebeple bu tarih Türk milleti için, takvim yapraklarındaki herhangi bir tarih ya da bir gün olmanın çok ötesinde tarihî ve sosyolojik bir olgunun başlangıç noktasıdır.

Bildiğiniz gibi bundan tam yüz yıl önce Türk milleti Anadolu’nun tam ortasında, Ankara’da, bütün dünyaya Akif’in ifadesiyle “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” diyerek bir mesaj yolladı ki bu mesaj kendisini bu topraklarda sömürgeleştirmek isteyen emperyalist devletlerin hevesini kursağında bıraktı. Hâlbuki kendi aralarında ne de güzel paylaşmışlardı hasta devletin topraklarını, hatta birtakım planlarlar, programlar yapmışlardı Türk’ü Asya’nın içlerine doğru göndermek için… Lakin hesap etmedikleri, edemeyecekleri bir şeyler karşılarına birdenbire çıkmıştı… Kısacası aldanmışlardı… Gerçi nereden bileceklerdi ki o çok güvendikleri ordularını, donanmalarını Çanakkale’de, Anafartalar’da durduran Mustafa Kemal’in, Anadolu’da Atatürk olup karşılarına çıkacağını ve yine nereden bileceklerdi ki yanmış, yıkılmış bir coğrafyadan yükselen şu sesin bir çığlık olup bütün dünyayı saracağını. O ses şöyle diyordu:

“Hiçbir kuvvet, mazlum Türk milletini kendi hakkını kendi eliyle istihsalden menedemeyecektir ve emperyalist devletler bilmelidirler ki iradeyi milleye her müşküle galebe çalacaktır.”

Çünkü ona göre; “Türk’ün haysiyet ve izzeti nefsi ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun daha iyidir.” İşte bu boynunda ölüm fermanı taşıyarak bir millet adına konuşan bu kahraman adam, Mustafa Kemal Atatürk, yüz yıl önce hakiki kurtuluş isteyenlerin parolasını “ya istiklâl ya ölüm” diyerek belirlemiş; ardından da daha savaş meydanlarının tozu dumanı üzerimizden kalkmadan henüz düşmanı memleketten kovmadan “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyerek 23 Nisan 1920 Cuma günü, Hacı Bayram Veli Camii’nde kılınan Cuma namazından sonra dualarla açılan Büyük Millet Meclisini, yani milletin temsilcilerini memleketi idare etmeye yetkili ve etkili kılmıştır.

Neredeyse iki yüz yıldır hep hüsrana uğrayan Türk milletinin yüzünü Dumlupınar’da, Sakarya’da güldüren, millî mücadelemizi zaferlerle taçlandırarak yeni Türk devletini inşa etmeyi başaran Mustafa Kemal’in büyüklüğünü belki biz, bugün bulunduğumuz bu rahat ortamda fark edemeyebiliriz. Ancak o dönemin sıkıntılarını, ıstıraplarını yaşayanlara kulak verdiğimizde ne büyük bir lider, ne büyük bir komutan ve ne büyük bir devlet adamına sahip olduğumuz gayet iyi anlarız, diyerek sözü Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na bırakıyorum:

“Bizim ilk gençlik yıllarımız bir milli kahramana hasretle geçti… Babalarımız analarımız bize Moskof seferlerinden, Rumeli kıyamlarından Arap isyanlarından ve bunları takip eden ecnebi müdahalelerinden tutuk bir dille bahseder dururlardı. Kaybolmuş ülkelere gidip de dönmeyenlere, gözleri yaşlı nişanlılara dair yanık halk türküleri bizim ninnililerimizdi ve sonsuz bir millî trajedi olan “Yemen” kâbusu ailelerimizin içindeki gündelik konuşmaların en alışılmış mevzularından biriydi.

Yirmi, yirmi beş yıl bütün bir gençliktir. Yirmi beş yıl, bütün millî ve sosyal kıymetleri altüst olmuş bütün kaleleri “zaptedilmiş”; etrafı bir demir çemberle çevrilmiş viran ve perişan bir ülkede bir asırdan beri durmadan kovalanan, durmadan tekmelenen yılgın ve âvare bir sürünün arasında, içeriden dışarıdan sövüle sayıla, itile kakıla ve o yara, o millî gurur yarası bağrımızın içinde damla damla kanayarak yirmi beş yıl sürünmek, sürünmek… İşte bizim neslin dünya realitelerine ilk temasından olgunluk çağına ayak basıncaya kadar geçirdiği ömür bu olmuştur. “(1)

Evet, Yakup Kadri’nin anlattıklarını okuduktan sonra, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir yurttaşı olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün büyüklüğünü ve 23 Nisanların değerini anlamak için başka söze gerek var mı?

(1) Atatürk, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İletişim Yay. İst. 1991 s. 21