Çizilmiş kaderin, yazılmış alınyazısının ve belirlenmiş dikenli, kıvrımlı, engebeli yolun üzerinden akıyordu hayat.


Hayat akarken ömür örseleniyor, yürek törpüleniyor, kanayan kalbin gözlerinden yaşlar hiç dinmiyordu. Her bir veda nasırlaştırıyordu acıları, alıştırıyordu hayat acılarla yaşamayı. Baba hayat neydi diyordu?


Hayat dediğin, hayatla tanışırken yapacağın sonsuz bir veda mıydı hayat? Baba hayat neydi? Bu gönül kimlerle veda etmedi ki…


Minikken bu yürek ilk vedayı kokusuna alıştığı kocaman bir kucakla yapıyordu. Dizilen küçük küçük taşlar sanki bir kabrin üzerine değil minik yüreğine, düğümlenen boğazına diziliyordu. Tıpkı gözyaşlarının lokmalarla boğazında düğümlendiği gibi düğümlenmişti yürek, çocukluğunun ilk baharında. Minik yürek ilk vedayı hayatın en büyük gösterişiyle yapmıştı, bu vedanın ardından daha nice vedaların geleceğini bilmeden…


Ve bütün hayatı boyunca arayacağı ama hiçbir zaman bulamayacağı kucak kokusunu düşünmeden veda ediyordu. Hayat bir akarsudan bir nehre doğru hızla akarken vedaların da ardı arkası kesilmiyordu.


Düşünüyordu minik yürek, hayat hep veda mıdır diye…


O hayatı hep vedanın korkusuyla yaşadı. Çünkü hayata başlarken vedayla başlamıştı. Hayat veda mıydı? Her hayatın hüzünlü bir hikayesi varken bu hayatın neden onlarca hüzünlü hikayesi vardır diye düşünüyordu.


Bazen yerlerin ve göklerin patronuna sitem ediyordu, sen evrende sayısızca varlığa inayetini cömert bir baba gibi dağıtırken bana gelince cimri davranıp bu kaderi bana reva görmen neye?


Yoksa ben senin inayet saatlerini hep kaçırıyor ya da yanlış mı hesaplıyordum?


Ama iyi de senin inayet saatlerini bilecek yaşta değildim ki diyordu gönül. Ya da sen yarattığın canlıların kaderini çizerken benim kaderimi “kadersizlik” olarak mı çizdin diye soruyordu.


O bu soruları sorarken vedalar yine peş peşe geliyordu. İlkin baba oluyordu, sonra abla oluyordu, sonra yeğen oluyordu, sonra evlat oluyordu, sonra rüzgarlara savrulan, leylek yuvasına dönüşen, acımasız, gaddar ve hayasız militarizmin yaptığı zulmün kurbanı oluyordu vedalar…


Baba hayat neydi?


Baba sen hayatın tanımı hiç yapmadın ama ben hayatın tanımı annemde buldum.


Evet baba, hayat anneydi!


Hayat onun hiç yaşamadığı, senin yaşatamadığın ve çocukluğunu görmediği nazlı bedeninde gezdiğim 9 aylıktı hayat. Hayat bütün engebelere rağmen dimdik duran, yıldızlı saçlarından akıp, yanaklarından süzülüp gelen ve dudaklarında oluşan hiç bitmeyen hayat dolu gülümsemelerdi hayat. O benim için ve bütün kâinat için hayatı seviyordu.


Vedayı hiç mi hiç istemiyordu. O benim bir gün acemice yaşadığım ve beceremediğim hayatımın yaşama dönüşmesini, adam olmasını umutla bekliyordu.


O benim çok savaştı...


Tıpkı hayata başladığım günden veda ettiği güne kadar verdiği savaş gibi savaş meydanında kahramanca savaştı. O yeryüzünün en acımasız düşmanı olan kansere karşı amansız bir savaş verdi. Bu savaşa karşı bende tüm gücümle savaş verdim.


Ona sözüm vardı, savaştan galip çıksaydık onun çok istediği, benim zehir bile olsa yutacağım şeyi yapacaktım.


Ama olmadı…


İkimizde bu amansız savaşta yenildik, mağlup olduk, başaramadık. İkimizde çok vedalara alışmıştık ama birbirimizin vedasına hiç alışık değildik. 27 Haziran’da başlayan sonun başlangıcı bu sefer hayatımın tek hazinesiyle vedalaşacağımın haberini veriyordu. Bu haberi almamak için olanca gücümle zamana karşı savaştım, mücadele ettim ve her ilacın yaraya merhem olacağını düşünerek çırpınıp durdum.


Kendimi yüreğinden vurulmuş, kanadı kırılmış, yapayalnız, ürkek ve titrek bir güvercin gibi hissediyordum.


Hani okla vurulan Kartal’a sormuşlar ya; “niye bu kadar üzülüyorsun?”diye. Kartal “ben yüreğime saplanan ok’a üzülmüyorum, ok’un ucunda gördüğüm kardeşimin tüyüne üzülüyorum” demiş ya, öyle işte…


Vurulmuştum bir kere..


Hastane merdivenin bütün basamaklarına umutla, hayalle ve galibiyet inancıyla bastım. Fahrê Alem’den 24 saat yardım ve aman diledim. Her şeyimi aldın ama bari bunu alma, hiç olmazsa inayetini bu sefer esirgeme ne olur, onsuzluğa alışamam, yaşayamam diyor, yalvarıyordum. Lakin yine olmadı…


11 Temmuz gelip dayandığında veda da dayanmıştı. Yine ikimize hem yalnızlık ve hem de veda düşüyordu. Bütün ayrılıkları ve vedaları sevemediğim gibi 11 Temmuz’u da hiç mi hiç sevemedim. Ey Mahmud’un makamına komşu olan annem!


Seni yüreğimin yakıcı özlem ve hasretiyle anıyor, o çok sevdiğin Fahrê Alem’den tek bir şey diliyorum: Ne olur anneme iyi bak Allah’ım…